Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat

“İnsanların çoğu sınırlı bir hayal gücüne sahiptir. Duyumlarını uyaracak ölçüde yakınlarında gerçekleşmeyen bir olaya ilgi göstermek pek içlerinden gelmez; ama aynı şey gözlerinin önünde, doğrudan duygularına dokunma mesafesinde gerçekleşirse, bu olay önemsiz bile olsa, hemen aşırı bir duyarlılık gösterirler.” (s.1)

Yanılmak ya da yanlış yapmak…

Henüz sınırları ve nedenleri tam olarak anlaşılamayan bazı davranışlara sahip “sapiens”ler olarak, hiç birimizin hayatı sadece doğruluk ve güzellikten ibaret değildir.

İnsanız biz.

Etrafımızdaki farklı gerçekler, korkular ve dürtülerle yaşamaktayız. En ilkelinden başlayarak geliştirdiğimiz, hayatımızı sınırlayan etik değerlere ve bunlara göre şekillenmiş, ne kadar hizalanmaya çalışsak da kaçamadığımız davranış çeşitliliğine sahibiz.

Belli yaşa gelinceye kadar güzellik çayırlarında koşup oynadığımız da olmuştur, çirkinliğin bataklığında bocaladığımız da; doğrulara koştuğumuz gibi bilerek ya da bilmeyerek yanlışların deryasına daldığımız da. Doğrularımızın yanı sıra, sonradan yanlış olduğunu anladığımız, kimseyle paylaşamadığımız için sırtımızda yük, içimizde sır olarak taşıdığımız yaşanmışlıklarımız da vardır.

Gerçek doğru, hayatta ‘doğru bildiğimiz davranışlar kadar yanlış davranışların da var olabileceği’dir. Yanlışlar, yaşanması gerekiyorsa yaşanacaktır. Önemli olan yanlışların birer tecrübe olarak kalması ve hayatımızdan çıkıp gitmesidir. Bunun için de çaba gerekir.

İnsanın, yanlışlarını dökebileceği, kişiliğini ortaya koyabileceği durumlarda ilk anda duraksaması ve ‘asla yapamam’ diyerek kendi sınırlarına çekiliyor olması gayet doğaldır.

Yine de kendinize iyi bakın. Kim bilir, belki de ruhun derinliklerinde “yapabilirim” çığlığı harekete geçmek için kıpır kıpırdır.

***

Elimde “Stefan Zweig”in 24 saati 71 sayfaya sığdırdığı, doğru bilinenlerle zıtlarını iç içe harmanladığı, tutkuyu iliklerimize kadar hissettiren bir novellası var. Kitabın, erkek bir yazarın gözüyle kadın ruhunun derinliklerindeki sırlara erişmiş olması da takdire şayan.

Stefan Zweig’in “Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat” adlı eseri, soylu bir kadının genç birine yardım etmek isterken tutku ve arzularına hâkim olamayarak yaşadığı, ahlâk ve suçluluk duygusuyla 24 yıldır kimseye anlatamadığı; kara bir bulut gibi sürekli hayatının yükü olmuş 24 saatlik yaşanmışlığı, hafifleyebilmek için sırtından indirme ihtiyacına dayanan itirafıdır.

Okurken, anlatılan iki tutkunun varlığını hissetmemek mümkün değil. Birisi gencin “kumar tutkusu”, diğeri de Mrs. C.’nin yardım etmek isterken yakalandığı “aşk tutkusu”nu hayretler içinde okuyoruz.

Kitap, kocasını yıllar önce kaybeden Mrs. C.’nin, bulundukları zaman diliminde ve mekânda yaşananlar, kendisini anlayabilecek birine yaşadıklarını anlatma ihtiyacıyla başlar.

Kumar tutkusu uğruna elindeki avucundakini yitiren, hatta bu uğurda hırsızlık bile yapmış olan soylu bir köke sahip ve eğitimli genç, kaybettikçe intihar etme aşamasına gelince, kadın öncelikle intihara engel olmak ve gencin sorunlarını çözmek için, yardım etme amacıyla yaklaşır. Yağmurlu bir günde, kendisi de yıllardır içinde küllenmiş olan aşk fırtınasına kapılır ve o gece izbe bir otelde gençle birlikte olur.

Ertesi sabaha büyük bir utanç hissederek uyanmış olsa da, yine yıllar sonra tattığı tutkunun peşinden gider. Adını bile bilmediği gencin borçlarını kapatır, hayata bağlanması ve yeniden hayatını düzene sokması için yönlendirmeye çalışır. Genç ise, “zafer ve çöküş”lerle dolu kumar tutkusunun batağına tekrar kapılır. Kendisi için her şeyi göze alan, onurunun yerlerde sürünmesine razı olan kadını şiddetle rencide eder. Tutku sonucu oluşan “fazla fedakârlık, fazla vefasızlık getirir.”

Bir günlük ilişki de, acısını yıllarca yaşatmak üzere orada son bulur.

Kadın, sadece bir gün içinde yaşadığı bu utancı bir yük olarak sırtında yıllarca taşır. Yıllar sonra, tutkularından kopamayan bu gencin kafasına sıkarak intihar ettiğini duyunca -neredeyse sevinçle- biraz rahatlasa da, içinde biriktirdiklerini ve maruz kaldığı acı durumu kendisini yargılamadan dinleyecek, anlayacak, namusu bir mal gibi ortalığa saçmayacak birine anlatma ihtiyacıyla yanıp kavrulur. (Öyle ya, bizler de dertleşmek için insan seçmiyor muyuz?)

Sonunda da emeline ulaşır.

***

Zweig, insan duygularını ince ince işleyen bir yazar. Tarih boyunca bitmeyen kadın-erkek geriliminin içinde, duyguları ziyan eden bir nankörün elinde oyuncak olan insan ancak bu kadar güzel anlatılabilir.

Kumarın (tabii ki tutkunun) insanı nerelere kadar sürükleyebileceğini okurun zihninde başarılı bir şekilde resmederek aşikâr eden yazar; kadının yaşadığı acıyı, insanın içinde yuvarlandığı tutkuları, karakterleri -biraz fazlaca olduğunu düşündüğüm- psikolojik betimlemelerle çok başarılı bir şekilde yansıtıyor.

Kitapta, insanın canını yakan ölüm teması oldukça güzel anlatılmış, iç acıtacak şekilde vurgulanmış. Okur, yaşama arzusunu bedeninin her zerresinde fazlasıyla taşıyan bir insanın, bir anlık ölüm arzusunun her iki karakterde de nasıl geliştiğine tanık oluyor.

Güçlü bir kurgusu yok. Bir psikiyatri kliniğinde dinlenen hayat hikâyelerine benzer kurgulanmış.

Akıcı dili nedeniyle hızla okunabiliyor. İnce ama çok etkileyici; yazarın gerçek hayatla bağı olan mesajlarının satır aralarında hissedildiği, okuyanın kendini Zweig parıltısına ve anlatım tılsımına kaptırdığı bir kitap.

İnsan ruhunda bir gün içinde yükselip alçalan; biraz mutluluk, biraz üzüntü yaşatarak duygu değişimini hissettiren, Stefan Zweig’in kalemiyle inşa ettiği duygu havuzunda yüzmeye hazır mısınız?

Buyurun.

***

“Yalnızca tutkunun ne olduğunu hiç bilmeyen insanlar, nadiren bu duyguyu tattıklarında, belki de bu kadar çığ gibi ani, kasırgaya benzer duygu patlamaları yaşıyorlar: O anda yaşanmamış yıllar, kullanılmamış güçlerin biriken öfkesiyle birlikte insanın göğsüne yumruk gibi iniyor.” (s. 60)