Ekmek Kavgası

“El lokması kannan yoğrulmuş, yudabilene aşkolsun.” (s.103)

Nazım gibi bir kızıl nefesin mahpushane yoldaşlığını yapmış, edebi yolculuğuna onun fikirleri ve yönlendirmesiyle devam etmiş bir yazar “Orhan Kemal.”

Kitaplarıyla fikriyle, duruşuyla; ezilenin, işçinin, köylünün, emekçinin, aydınlık taraftarlarının yanında olmuş ve her seferinde korkmadan cesurca dile getirmiş, nasıl bir öykü ustası olduğunu gözler önüne sermiş bir yazar anlayacağınız.

Tam 25 tane durum öyküsüyle, hayatın sefil tarafını gözler önüne seriyor Orhan Kemal’in ilk öykü kitabı olan “Ekmek Kavgası”.

Bu kitabında Anadolu’da yaşanan zor hayatlardan sanki bir fotoğraf albümü sunuyor bizlere. Belki her öyküde başka bir dünyadan, şeklen birbirinden farklı gibi görünen özünde aynı toplumda yaşanan sorunlu hayatlardan görüntüler sunmuş.

Toplumsal sorun diye kabul edilip çözümünün aranması gerekirken, büyüklerin görmezden geldiği hayatlardan kesitler.

***

Bir askeri alayın yemek atıklarıyla dolu çöplükte kuşlar, köpekler, solucanlar ve yoksul insanlarla yaşanan “Ekmek Kavgası”nı çiziyoruz zihinsel tuvalimize.

Sürekli kendisine bir şeyler emredenlerle tahtakuruları arasında git gele dayanan mücadelesine eşlik ediyoruz “Revir Meydancısı Yusuf”un. Kovulduğu fabrikanın mıntıkasında görevlendirilen “Mahalle Bekçisi Ali”nin değişen bakışına kıs kıs gülüyoruz. Arabanın ezdiği yaralı “Köpek Yavrusu”yla eğlenenlerin, köpeğe acıyan adama saldırışına öfkeleniyoruz. Gardiyanın mahpus kadına ilgisinin eseri “Ekmek, Sabun ve Aşk” düzlemi içimizi burkuyor.

“Bir Öksüz Kız Etrafında”, bir aile içindeki acıma duygularındaki farklılıklara tanık oluyoruz. Kendini asan üç çocuk annesinin ardından mahalledeki “Bir Ölüye Dair” duyarsızlığa şaşırıyoruz. Burnu büyük bir yaşantısı varken aç ve işsiz kalmış “Bir İnsan”la tanışıyoruz. Açlığın ve parasızlığın çizgiden çıkardığı “Teber Çelik’in Karısı” için üzülüyoruz.

Fakir kırsaldaki toprak sahiplerinin haksızlığına isyanını dinliyoruz “Afaracı Hacı Ali”nin. Köyden kente inip sokaklara düşen “Bir Kadın”ın hayatı fotoğraf olup seriliyor önümüze. Patronun kârıyla başlayıp kavgaya kadar giden “Bir Yılbaşı Macerası”nın içinde buluyoruz kendimizi. Çocuk işçilerin zorla yaptırılan fazla mesai saatlerinde “Uyku” ile verdikleri mücadeleye katılıyoruz.

***

İşsiz ve yoksul adamın ailesiyle birlikte sılaya “Dönüş”ünde istasyonda uğradığı muameleye acıyoruz. Okumayı seven ama işsiz ve yoksul bir adamın “Kitap Satmaya Dair” iç parçalayıcı girişimine tanıklık ediyoruz. Dilenci ile ona musallat olan “Propagandacı” çocuk arasındaki diyaloga gülmek mi, kızmak mı gerektiğine karar veremiyoruz. Sokaklarda sepet içinde meyve satan ihtiyar “Yemişçi”nin sonuna üzülüyoruz.

Yüklendiği bir suçla mahkûm olan “Çocuk Ali”nin iki günlük hapis hayatına şefkatle göz atıyor; bir postacı eskisinin zamanla “Büyücü” oluşuna hayret ediyoruz. Sürekli kaçırılan karısını ve sürekli geri getiren adamın resmi nikâh yapıp kaçıranları “Cünha” düşürmeye çalışmasına gülüyoruz. Bir kâtibin sıcak havalarda bile sırtından çıkarmadığı “Kirli Pardösü” ile çalışmasının nedenini herkesle birlikte merak ediyoruz.

Çocuktan alınan dedikoduyla işinden olan adamı izliyoruz “İneğin Biri”nde. Gurbetçi inşaat işçisi “Ali Osman” ile tecrübeli, yaşlı ve cimri köylüsünün muhabbetine katılıyoruz. “Piyango Bileti”ne ikramiye çıkmışçasına kurdukları hayaller için birbirine düşen züğürt karıkocaya gülüyoruz.

Ve Nazım Hikmet…

Okuma meraklısı meydancı “Necati”nin yaşadıklarında, aynı hapishanedeki Nazım Hikmet’in onurlu ağırlığını hissediyoruz.

Öykülerin ortak noktası genç-yaşlı-çocuk demeden ekmek için verilen hayat kavgası. Ancak her öykü adeta bir romanın giriş bölümü ya da bir romandan kesit gibi geldi okurken. En azından her öykünün üzerine bir roman inşa edilebilir diye düşünüyorum.

***

Halkın sorunlarına, toplumun bozuluşuna ve bu yolda yaşananlara objektif bir ışık tutan eser, anlatılan zor hayatları kitabın ismiyle de bütünleştirmiş; “Ekmek Kavgası”.

Orhan Kemal, geçimini zor koşullarda kazanan insanları, verilen ekmek kavgasını hayran olunası bir yetkinlikle dile getiren bir yazar. Bu insanlar için aydınlığı ve umudu göz ardı etmeden daha iyisine layık olduklarını vurgulayarak toplumsal farkındalık sağlamaya çalışıyor.

Az kazanç karşısında bulsa da bulmasa da şükreden toplum aklımıza geliveriyor. İster istemez yaşananın çaresizlik mi, yoksa azla yetinmek mi olduğuna kafamız takılıyor. Ama geçim derdinin sardığı insanlar on yıllardır geleneksel olarak “bir çöreği fazla, bir çorabı süs” olarak görme alışkanlığından vazgeçemiyor nedense.

1940’lı yıllardan kalma öyküler olsa da, tam 80 yıl sonra ülkemizin bir köşesinde benzeri hayatlar yaşanmıyor diyemeyiz. Günümüzde de benzer sorunları görüyoruz ve anlıyoruz ki o yıllardan bu yıllara değişen tek şey takvimdeki yapraklar olmuş.

Okuyunca bir çırpıda bitiveren ve devamının gelmesi gerektiğini düşündüren tadımlık kitaplardan biri diyebiliriz.

***

“…önündeki felsefe kitabını okurken kafasında değil, yüreğinde, öyle aydınlık, öyle ferah, öyle pırıl pırıl bir dünya taşıyordu ki…” (s.158)