Bir umut rüzgârının peşine takılıp savrulan insanların, bireysel olarak hangi duygularla, hangi sorunlarla sarmalandığını da kâğıda döker kalemleri.
Büyük kentlerde çoraklaşmış bir yaşam sürdüren insanların, duygu heybelerinde neler taşıdığını çoğumuz bilemeyiz. Her bir heybenin başka duygularla, bambaşka sorunlarla dolu olduğunu fark edemeyiz. Kentin soğuk ve ıslak kaldırımlarında yaşananlardan hiçbirimiz haberdar değiliz. İnsanların hayatlarına nelerin yön verdiğini, iç dünyalarını nelerin imar ettiğini bilemeyiz.
Karşılıksız aşkları, temeli geçmişte kalmış öfkeleri, sıradan bir ölümün geride bıraktığı incinmiş duyguları, ayakta kalabilmek için yaşama karşı verilen savaşı, yaşanan yenilgilerin açtığı yaraları anlayamayız.
Buna rağmen kentin kalabalıklarında, aynı sokaklarda birlikte yürür, aynı iş yerlerinde birlikte yaşamayı sürdürürüz.
Ta ki, herhangi biri üçüncü sayfa haberi oluncaya kadar…
***
Elimde, ince ama kalınlığının on katı etkili, şiirsel dilini anlamak için okurken dikkat kesildiğim genç yazar “Başar Yılmaz”ın bir öykü kitabı var.
“Kara Kışın Gün Işığı”
Çeşitli yarışmalarda ödüle layık görülenleri de barındıran kitapta, üzerlerinden kısa metrajlı geçiş yapacağım 8 öykü var.
Yazar, televizyon dizisi müdavimlerinin aşina olduğu ipek ve kürklere bürünmüş yağ tabakasını değil, dar sokaklarda hayatını sürdüren, adı sanı bilinmeyen insan(cık)ları bir araya getirmiş öykülerinde.
Güvercini de var, baykuşu da…
Kitabı okurken, Ömer Hayyam’ın “iki kapılı han” dediği bu küçük dünyalara giriyor, tanınmamaya çalışan kahramanlarını tanıyor, onların dertlerini yükleniyor, “ben sana mecburum” türünden tutkularına kapılıp gidiyoruz. Kitap bitinceye kadar tam bir “satırlardan gönüllere duygu aktarımı” yaşıyoruz.
Ve aynı ruh haliyle, uzun süre üzerinde düşünmek üzere kapatıyoruz kapağını.
***
“Mutluluktan öleceğiz” öyküsünde genç bir şairin gizli kalmış tutkusunun peşinden sürükleniyoruz.
“Sağır Pencere”de, bakıma muhtaç anne ya da babasıyla yaşayanların ve dünyası pencereden gelen ışıktan ibaret yaşlıların ruhsal sorunlarına ortak oluyoruz.
Gariban bir gencin, “Âlemin O En Yağmurlu Gecesi”nde darmadağınık hayatının sorumlusu gördüğü kişiden aldığı öce tanık oluyoruz.
Bazen dalga geçilen, bazen de aşağılanan sakat doğmuş bireylerin yaşamına göz atıyoruz “Quasimodo” ile birlikte.
“Babam Öldü mü?”nün satırlarında, içimizde taşıdığımız korkuların kaynaklarına yöneliyoruz.
Kara toprağın altında, kapkara hayatların yaşanmasına ya da yaşanamayışına üzülüyoruz “Gecikmiş Bir Cenaze Töreni”nde. Benim de en beğendiğim ve etkilendiğim öykü buydu; hele o çocukluğumun simgelerinden olan avludaki su tulumbası var ya…
“Benim Yerime de” öyküsüyle hayatın çıkmazları içinde yavrusundan ayrı bir dünya kuran annenin, özür duygularına katılıyoruz.
Henüz arınmamış geçmiş korkuların tortuları arasında sıradan bir güne eşlik ediyoruz “Hiç Yaşanmamış Gibi” de.
***
Olayların yanı sıra abartıya kaçmadan ölçülü yapılmış betimlemeler de, olayın geçtiği ortamı gözümün önüne bir tiyatro sahnesi gibi seriveriyor.
Öykülerdeki duygunun doğru anlaşılabilmesi için, okuyucunun kendini ayarlaması gereken şiirsel bir dili var yazarımızın. Zaman zaman Kemalettin Tuğcu’ya evrilen dil, tek kelimeyle “müthiş”.
Öyküler her biri bizden, bizim insanımızdan alınmış.
Okudukça, insanlarla yaşıyoruz.
İnsanca…
***
“Zaman, tüm renklerini soldurup ağartsa da hâlâ işe yarar bir yol var, bilmelisiniz. Şiirler var eskiden kalma, sıcaklığına sığınılacak öyküler var. Yüzümüzü okşayacak bir tanyeli, sükûta erdirecek şarkılar var. Umuda açız belki, belki de çoraklaştı hevesler. Fakat su verdikçe ummadığımız anda yeşerebilir çiçekler var.” (S.16)