1933 yılında Uşak’ta Fotoğraf Sanatçısı Hüseyin Kazım Özler tarafından çekilen ‘Cümhuriyeti Biz Böyle Kazandık’ pankartlı, halkın kağnılarla, cephanelerle birlikte olduğu fotoğraf Kurtuluş Savaşı’nın ‘en önemli sembollerinden biri’ oldu. Genç Cumhuriyetin 10’uncu yıldönümünde o yıllarda Kütahya’ya bağlı bir ilçe olan Uşak’ta yaşayan yoksul halk küçük imkanlarla Cumhuriyeti kutluyor. 87 yıl önce bu fotoğraf karesinde yer alan insanlar Cumhuriyet’in ‘değerini çok iyi’ biliyordu. Osmanlı döneminde ‘yoksul ve cahil bırakılmış’ Anadolu halkı ülkeyi işgal eden emperyalist devletlerin zulmünü yaşadı. Anadolu’ya bir güneş gibi doğan 'Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde erkeği kızıyla, genci yaşlısıyla tek yürek olup', düşmanları ve onların yerli işbirlikçilerini bozguna uğrattı. Fotoğrafta anlatıldığı gibi tüm imkansızlıklara rağmen Cumhuriyeti böyle kazandılar. Bugün 28 Ekim 2020. Yarın Cumhuriyeti’mizin 97’nci yıldönümü. Türk halkının Mustafa Kemal Paşa ile birlikte kazandığı Cumhuriyete bugün her zamankinden daha fazla sahip çıkmalıyız. Cumhuriyetimiz dışarıdaki şer odakları ve ne yazık ki onların içimizdeki işbirlikçilerinin hain saldırıları altındadır. Bizler Atamızın emanet ettiği ‘Türk İstiklalinin, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa’ edeceğiz.' 'Ne Mutlu Türküm Diyene’ diyeceğiz. Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti'ni kurtarmak için ‘muhtaç olduğumuz kudretin damarlarındaki asil kanda’ mevcut olduğunu bir kez daha haykıracağız. 97’nci yıldönümünde Mustafa Kemal’in ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözünden rahatsız olmayan tüm halkımızın Cumhuriyet Bayramını kutluyorum. Kurtuluş Savaşında vatanları için savaşan, şehit ve gazi olan tüm kahramanlarımızı rahmetle anıyorum. Türkiye Cumhuriyeti sizlerin sayesinde kuruldu. Türk millet sizleri asla unutmayacak. Her zaman sizleri saygıyla anacak.
//////////
Dedikodu Yapma Spor Yap
1940’lı yıllara ait tarihi fotoğrafta sporcular ‘Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün fotoğraflarını taşıyor. Gençlerin arkasında ‘Dedikodu Yapma Spor Yap’ pankartı dikkat çekiyor.Bu pankartla Kurtuluş Savaşının yaralarının sarıldığı ve İkinci Dünya Savaşının yaşandığı yıllarda Genç Türkiye Cumhuriyeti kızların spor yapmalarını teşvik edebiliyordu. 80 yıl sonra ‘yandaş televizyonlarda ilahiyatçı, tarihci ve gazeteci adı altında boy gösteren bazı yobazlar’ kız çocuklarının okumamasını ve çalıştırılmamasını savunuyor. ‘Çocuk yaşta evlendirilmelerinin gerektiğini savunarak, Kurtuluş Savaşı’nda eşiyle birlikte cepheye giden asil Türk kadınını aşağılıyorlar.’
Mustafa Kemal Atatürk, ‘Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın’ sözleriyle Türk kadınının hakkını teslim ediyor. 5 Aralık 1934’te ‘Türk kadınına seçme hakkını’ verdi. Kendisini ‘dünyanın en demokratik ülkesi olarak tanımlayan’ Fransa kadınlara Türkiye’den 10 yıl sonra 1944’te seçme ve seçilme hakkını verdi. İtalya 1945, Yunanistan 1952, Belçika 1960, İsviçre 1971’de kendi ülkelerindeki kadınlara bu hakkı verdiler. Ne yazık ki kadınlarımız ‘kendilerine verilen bu hakkı 86 yıldır layıkıyla kullanmadı. Veya kullanamadı.’ ‘Sağlam kafa sağlam vücutta olur’ diyen Mustafa Kemal Atatürk ‘Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim’ sözleriyle gerçek sporcunun nasıl olması gerektiğini bizlere anlatıyor.
/////////
Bu Bir Devrimdir
1934 yılı, Haziran ayı. Ankara, önemli bir konuğu ağırlamaya hazırlanıyor. İran Şahı Rıza Pehlevi gelecek ve Atatürk devrimlerini inceleyecek. Atatürk, yakın arkadaşlarını Çankaya Köşkü’nde topluyor. “Şah için nasıl bir program yapalım?” diye soruyor. Kimi Orman Çiftliği’ne götürmeyi öneriyor, kimi “Merinos’u gezdirelim” diyor. Beğenmiyor bu önerileri Atatürk… “Bütün bunlar İran’da da var. Onlarda olmayan bir şey yapmalı, farkımızı ortaya koymalıyız” diyor.
Aklında bir fikir olduğu besbelli. Sofradakiler merakla bekleşirken kararını açıklıyor: “Opera yapacağız!“ İşte ilk Türk operası Özsoy’un doğuş sahnesi bu. Atatürk operanın konusunu da kendisi belirliyor. İranlıların Şeyhnamesi’nden esinlenmiş bir destan planlıyor: Öykü, Hakan Feridun’un ikiz oğulları Tur ile Irac üzerine kurulu. İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırıyor… Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlıyorlar. Tıpkı “ayrı yollara giden ikizler” Türkiye ve İran gibi. Bu konuyu işlemesi için Münir Hayri Egeli’ye veriyorlar. Libretto’yu Egeli yazıyor. Sonra besteci arayışına girişiliyor ve Adnan Saygun akıllarına geliyor. Saygun, devlet bursuyla gonderildiği Paris’ten yeni dönmüş. Musiki Muallim Mektebi’nde hocalık yapıyor. Henüz 27 yaşında. Libretto’yu okutuyorlar kendisine; “Şah geliyor, bundan bir opera besteleyeceksin” diyorlar. Seviniyor Saygun Daha önce hiç operası yok Türkiye’nin. Soruyor: “Solist var mı?“ “Yok!” “Koro var mı?” “Yok!” “Orkestra var mı?” “Yok!” “Ne kadar vaktimiz var?” “Bir ay!” Mucizevi bir öyküdür bu. Bir ayda, 27 yaşındaki o adam, hem de Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefinin engelleme çabalarına rağmen solistleri bulur. Orkestrayı ve koroyu oluşturur, eseri besteler ve Türkiye’nin ilk opera eserini yaratır. Saygun, o uykusuz geceler için sonradan şöyle yazacaktır: “Ah bu çalışma… Zaman kısa, imkanlar son derece sınırlı… Ama içimiz coşkun. Yalnız benim değil, bütün görev almış arkadaşlarımın içi şevkle kaynıyor. Acaba o atılım üstüne atılım yıllarında içimizde duyduğumuz dinmek bilmez heyecanı, sönmek bilmez ateşi şimdiki kuşaklar nasıl duyuyorlardır.”
Atatürk, gelişmeleri uzaktan takip eder. Bir ara Sovyet Sefiri Karahan’a “Sen anlarsın, git bir bak” deyip provalara yollar. Olumlu haber alınca kendisi de gidip izler bir provayı. Ve Özsoy, 19 Haziran 1934 gecesi, iki devlet adamının huzurunda sahnelenir. Atatürk, bu mucizenin yaratıcılarını gece Çankaya Köşkü’nde ağırlar, kutlar. Ve engellemeye çalışanlara der ki; “Bu, bir devrim hareketidir!” Bugün Saygun’u ya da Özsoy’u tanıyan kaç kişi var? Ya da, daha anlamlı bir soru: “O devrim yıllarının dinmek bilmez heyecanını, sönmek bilmez ateşini” şimdikiler nasıl duyuyorlar?
NOT: Libretto; opera, operet, oratoryo, bale, müzikal gibi sahne eserlerinin yazılı söz metinleridir.
////////////
Milletvekilinin Terazisini Kurtarma Operasyonu(!)
İki katlı ve garajlı bir evde oturan ailenin biri tam yatmaya hazırlanırken karısı kocasına ‘garajda hırsız var’ der. Adam camdan sessizce dışarı bakar, garajın ışığını açar. İki kişi eşyalardan bazılarını taşımaktalar. ‘Evet’ der adam. “Dışarıda iki kişi var bizim eşyaları çalıyorlar…” Bunun üzerine hemen polise telefon eder. “Alo memur bey şu anda bizim bahçede iki hırsız var ve garajdaki eşyalarımızı çalıyorlar. Acele araba gönderin” der. Bunun üzerine polis; “Evin içindeler mi?” diye sorunca adam; ‘Hayır, garajdalar’ der. “Tamam, o zaman içerden kapıları iyi kilitleyin ses yapmadan evde bekleyin. Eğer zamanımız ve aracımız olursa göndeririz, çünkü şu anda hepsi meşgul.” Adam telefonu kapatır ve yüze kadar saymaya başlar. Saydıktan sonra tekrar polise telefon eder. “Biraz önce size evimde hırsız var diye telefon etmiştim. İkisini de vurdum” der. Telefonu kapatır. İki dakika geçmeden bir sürü polis arabası ve bir de ambulans gelir ve hırsızları suçüstü yakalarlar. Memurun biri adama yanaşır: “Hani adamları vurdum demiştiniz?” Bunun üzerine adam da; “Hani siz de şu anda aracınız yok demiştiniz!” Bu fıkra beni yıllar öncesine götürdü. 15 yıl önce Eskişehir’de ‘hırsızlık olayları’ çok artmıştı. İl Emniyet Müdürlüğü’nün ‘karşısındaki işyerleri bile ardarda’ soyuluyordu. Polis bu ‘hırsızlık olaylarının faillerini bir türlü’ yakalayamıyordu. Esnaf bu konuda tepkiliydi. Bizler gazete manşetlerinde ‘Emniyet Müdürlüğünü yerden yere vuran haberler’ yapıyorduk.
O günlerde dönemin AK Parti Milletvekili Fahri Keskin’in ‘marketinden bir terazi’ çalınmıştı. Polisin çalınan teraziyi 24 saat içerisinde failiyle birlikte yakaladığını öğrendim. O yıllarda çalıştığım Sakarya Gazetesi’nin manşetinde bu olayı “Milletvekilinin Terazisini Kurtarma Operasyonu” başlığıyla yayınlamıştım. Polisin bu başarısını ‘mizahi bir dille’ anlatarak, ti’ye almıştım. Haberde; polisin milletvekilinin terazisini bulmak için büyük özveriyle çalıştığını, başarılı operasyon düzenleyerek bulduğunu ‘ballandıra ballandıra’ anlatmıştım. Olayı öyle abartmıştım ki; ‘sanki polis uluslararası dev hırsızlık çetesini’ çökertmişti. Eskişehir’de yaşanan hırsızlık olaylarının hiçbir failinin bulunamadığı bir dönemde çıkan bu haber, Eskişehir esnafını daha da öfkelendirmişti. Hatta dönemin ‘başarısız Asayiş Şube Müdürü’ (Bugün FETÖ’den tutuklu) bu haberden dolayı emniyet muhabirlerinin olduğu ortamda ‘arkamdan bol bol sinkaflı’ küfür etmiş. Kendi başarısızlığını bana küfür ederek, örtmeye çalışmış. O yıllarda ‘polis hırsızlık olaylarını mağdur olanın gücüne göre’ araştırıyordu. Ne mutlu ki; “Milletvekilinin Terazisini Kurtarma Operasyonu” haberimiz sonrasında Emniyet bu konuda işi çok sıkı aldı. O yıllarda olağan hale gelen hırsızlık olayları bıçak gibi kesildi. Merhum Süleyman Demirel, “Mizah bir yumruktur, ne zaman kime vuracağı belli olmaz” demişti. Haberi mizahi bir dille yazmamış olsaydım, zaten manşet olmazdı. Hırsızlık olaylarında Emniyet’in kendisini toparlaması konusunda etkili olamazdı.
///////////
NOSTALJİ
Kampusta Bir Ağa
Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli işadamlarından birisi olan merhum Sakıp Sabancı 1984 yılında Anadolu Üniversitesi’nden Fahri Doktora almıştı. Beş yıl sonra (1989) tekrar Anadolu Üniversitesi’ni ziyaret eden Sabancı tarihi fotoğrafta; Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen ile Sivil Havacılık Yüksekokulu’nun Kurucu Müdürü Prof. Dr. Fevzi Sürmeli ile birlikte. Halk tarafından sevilen ve ‘Sakıp Ağa’ olarak da tanınan Sabancı 7 Nisan 1933 tarihinde, pamuk taciri Hacı Ömer Sabancı ve Sadıka Sabancı’nın ikinci çocuğu olarak Kayseri’nin Akçakaya köyünde doğdu. Küçük yaşta Adana’ya göç ettiler. Çocukluğunu Adana’da geçirdi. 1957 yılında teyzesinin kızı Türkan Sabancı ile evlendi. 1966 yılında, babasının vefatı üzerine, Sabancı Holding’in yönetim kurulu başkanlığına getirildi. Sakıp Sabancı, böbrek kanseri tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde 10 Nisan 2004 tarihinde sabah 05:55 sularında böbrek tümörünün karaciğere atlaması sebebiyle hayatını kaybetmiştir. 12 Nisan 2004 tarihinde Sabancı Center’da düzenlenen devlet töreninin ardından yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı cenaze töreniyle Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. 2004 yılında öldüğünde, Amerikan iş dergisi Forbes’in milyarderler listesinde 147. sırayı almıştı.
///////////
Foto Şaka
Haber Muhabiri: Nasıl çarptınız? Acı var mı?
Kazazede: Acı olmaz mı! Ama İyi çarptık. Artık önümüzdeki kazalara bakacağız
////
Fıkra
Ahlâklı Papağanlar
Kasabanın birinde bir papazın iki tane erkek papağanı varmış. Oldukça inançlı ve dindar olan papazın papağanları kafeslerinde oturup, sabah akşam İncil okuyup, dua ederlermiş. Bir kadının da iki tane dişi papağanı varmış. Papazın erkek papağanları ne kadar ahlâklı ise, kadının dişi papağanları da o kadar ahlâksızmış. Kadının papağanları eve gelen misafirlerin önünde, "Erkek istiyoruz!" diye bağırırlarmış. Kadın sonunda dayanamamış, papaza akıl danışmaya gitmiş. Papaz kadını dinledikten sonra demiş ki; “Siz onları bana getirin, benim papağanların kafesine koyalım da; biraz ahlâk öğrensinler.” Kadın da dişi papağanları getirip papaza teslim etmiş. Papaz da kadının getirdiği papağanları kafese koymuş. Dişi papağanlar kafese girer girmez, erkek papağanlara asılmaya başlamışlar. “Hey yakışıklılar iki tane ucuz fahişe ister misiniz?” Erkek papağanlardan biri, ötekine dönüp sevinçle bağırmış; “Yaşasın! Lan oğlum, sonunda bütün dualarımız kabul oldu!”
//////
Çivi
“Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse bilimi seçin.” Mustafa Kemal Atatürk