Türkiye’de denetim mekanizmasının çalışmaması ve büyük ihmaller nedeniyle çoluk çocuk kadın ve erkek 76 kişi Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel’de çıkan korkunç yangında yaşamını kaybetti.  Bu acı olaya ve iktidarın baskısıyla yapılan siyasi tutuklamalara yönelik büyük tepkiler var.  “Et kokarsa tuz var. Tuz kokarsa ne var?” Türkiye’de tuz koktu tuz!

UCUZ ÖLÜMLER ÜLKESİ

Albert Camus; “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş. Maalesef ülkemizde denetim mekanizması adamına göre çalıştığı ve sorumlularının kurtarıldığı için Türkiye Cumhuriyeti ‘Ucuz ölümler’ ülkesi oldu. Geceliği 30-40 bin lira olan Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel’in yangın merdiveni nasıl olmaz? Yangın merdiveni olmayan bu otele kim nasıl ruhsat verdi? Bu oteli denetleyen yok mu? Otelde ne duman dedektörü ne de yangın tüpü de yokmuş. 4 metrekarelik dükkana ruhsat verirken yangın tüpünü soranlar 238 yatak kapasiteli koca otele hiç uğramamış.  Yangın merdiveni olmadığı için İnsanlar imdat çığlıkları atarak, yardım feryatlarıyla göz göre göre öldü. Çarşafları birbirine bağlayarak, yüksekten aşağıya inmeye çalışanlar, kendilerini camdan aşağı atanlar oldu.  O görüntüler ve feryatlar birazcık vicdanı olanları 'insanı yediği yemekten, içtiği sudan, aldığı nefesten utandırır.' Peki bu olayda ihmali olanlarda utanacak yüz var mı? Onları hak ettikleri cezaları verecek adalet var mı? Turizm Bakanlığı yangın merdiveni olmayan bu otele hangi akıl ve mantıkla ruhsat verdi. Bu eksiklikleri neden birileri görmemiş. Görmüş veya göz yummuş.

EN TEPEDEKİLERDEN HESAP SORULMALI

Ülkeyi yöneten zihniyetin, her felakette olduğu gibi yine birkaç bakanı olay yerine gönderip, siyasi nutuklarla yaşanan ihmaller zincirinden sıyrılmaya çalışması, geleceğe yönelik umutlarımızı iyice azalttı. Felaketler siyasi nutuklarla değil;  tedbir alınarak, denetlenerek önlenir.  İleri ülkelerde olduğu gibi sorumlu bakanlar neden ülkemizde istifa etmiyor?  Neden Türk Yargısı bu soruşturmalarda madenlere, otellere ruhsatlarını veren, ‘İmar Barışı’ saçmalığıyla kanuna aykırı şekilde kaçak yapı yapanları af eden, inşaatları denetlemeyen kurumların en tepedeki insanına hesap sormuyor? Niye siyasetçiler bu işlerden kolayca sıyrılabiliyor? Türkiye’de en tepedekilerden hesap sormadan ülkemizde bu felaketler artarak devam eder.  Türk halkı artık felaketlerde ve afetlerde siyasilerin kadercilik masallarına inanmamalı. Hurafecilere değil, bilime itibar etmeli.

MUHALİF KİMLİKLERİNDEN DOLAYI MI ÖZGÜRLÜKLERİ ELLLERİNDEN ALINDI?

Önce CHP’li Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat tutuklandı. Son olarak da Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’da tutuklandı. Bu isimler gerçekten suçlu oldukları için mi tutuklandı? Yoksa muhalif kimlerinden dolayı mı özgürlükleri ellerinden alındı? AK Parti’nin Kurucusu Bülent Arınç’ın Ankara’yı parsel parsel satmakla suçladığı Melih Gökçek, bırakın tutuklanmayı, ifadeye dahi çağrılmadı. Rüşvet aldıkları için Reza Zarrab’ın önüne yatanlar, ondan pahalı hediyeler alanlardan da kimse hesap sormadı? Ama Zarrab’ın eski eşine konser verdirdiği için CHP’li Belediyeye soruşturma açıldı. ‘Yolsuzluk yapanlarla yollarımızı ayırdık” demekle bu iş bitmez. Yolsuzluk yapanı  çaldıklarının hesabının sorulması için yargıya teslim etmekle adaletli devlet adamı olunur. Adaletin keskin dişleri neden sadece muhalif siyasetçi ve gazetecilere işliyor? İktidara yakın olanlara neden işlemiyor? Bundan dolayı biraz vicdanı ve aklı olan hiç kimse Özdağ ve Akpolat’ın tutuklanmalarını adaletli bulmuyor.

NEDEN CUMHURİYET SAVCISI?

Ülkemizde neden savcılar için “Cumhuriyet Savcısı” resmi sıfattır? Neden “Cumhuriyet başbakanı, cumhuriyet bakanı, cumhuriyet milletvekili, cumhuriyet müsteşarı, cumhuriyet valisi, cumhuriyet belediye başkanı, cumhuriyet emniyet müdürü” denmiyor?
ATATÜRK İZAH ETMESİNİ İSTER
Bu sorunun cevabı “hukuk devletinin varoluş güvencesidir.” Kökü, Atatürklü yıllarda “hukuk inkılabı (devrimi)” sürecine uzanır. Hukuk devrimi sürecinde yeni yasalar çıkarılırken bu çalışmanın başında dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt vardı. Taslaklarda “savcılar” için “Cumhuriyet Savcısı” ifadesinin yer alması dikkat çekti. “Neden büyükelçi, müsteşar, vali, emniyet müdürü, yargıç için ‘cumhuriyet’ sıfatı yok da sadece savcılar için olacak?” diye buna tepkiler gösterildi. Bu tartışmalar Atatürk’ün huzuruna da taşınır. Atatürk, Adalet Bakanı Bozkurt’tan bunu izah etmesini ister. Bozkurt bütün zamanlara ışık olacak açıklamasını yapar: “Devletin her kademesinde olanlar yanlış yapabilirler. Hukuk dışına çıkabilirler. Onlara millet, devlet ve ikisini de kucaklayan cumhuriyet adına hesap soracak olan savcılardır. Onun içindir ki sadece savcılar için ‘Cumhuriyet Savcısı’ denilmelidir.” Atatürk bu izahtan memnun kalır. Onayını üç kelimeyle ifade eder: “Devam et Bozkurt...” 

DÜĞMESİ OLMADIĞI HALDE  SİYASİLERİN ÖNÜNDE CÜBBELERİNİ İLİKLEMEYE ÇALIŞANLAR(!)

Yani Türkiye’nin Savcıları Cumhurbaşkanının değil, Cumhuriyetin Savcılarıdır. Devletin en altındakinden en tepesindekine kadar yanlış yapanlardan hesap sorma göreviyle yükümlüdürler. Adalet sisteminin temel taşları olan yargıç ve savcılar, duruşmalarda özel cübbeleriyle görev yapar. Bu siyah cübbe, öylesine sıradan bir kıyafet değil, vicdanın ve tarafsızlığın sembolüdür. Yargı, kimseden emir almadığı, bağımsız olduğu için, ‘kimsenin önünde iliklenmesin’ diye cübbenin düğmeleri yoktur. Yargı, kamu hizmeti olduğu için cübbenin cebi de yoktur. Ama ne yazık ki son günlerde, ‘düğmesi olmadığı halde siyasilerin önünde cübbelerini elleriyle iliklemeye çalışan yargı mensuplarını çok sık görmeye başladık.’ Bir tarafta 550 yıl önce Padişah Fatih Sultan Mehmet’i ‘hazır ol’ ayakta bekleten İstanbul Kadısı Sivrihisarlı Sarı Hızır Efendi. Bir tarafta Adalet Bakanını kendi makamına oturtup, onun yanında ‘hazır ol’ ayakta bekleyen Başsavcılar. Bugün ülkemizdeki adalet kavramı ne yazık ki 550 yıl öncesinin gerisinde.

TRUMP'UN BİR TELEFONUYLA PAPAZ SERBEST BIRAKILIYOR

Siyasilerin talimatıyla 80 yaşındaki Metin Akpınar’a soruşturma açılıyor. Sanatçı Gülşen’e hapis cezası veriliyor.  ABD’li bir papaz Trump’un bir telefonuyla serbest bırakılıyor. Yargı birileri tarafından muhalifleri sindirme aracı olarak kullanılıyor. Peki bugün çağdaş hukuk devleti olması gereken Türkiye Cumhuriyeti adalet anlayışında 550 yıl öncesinin gerisine nasıl düştü? Veya düşürüldü. Ben, Türkiye’de hiçbir hakim ve savcının Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş, Özal, Çiller, Yılmaz gibi liderlerin önünde cübbesini iliklemeye çalıştıklarını hiç görmedim. Çünkü onlar iktidarın, sarayın değil, Cumhuriyetin hakim ve savcılarıydı. Yıllardır dilimizde düşürmediğimiz hukuk, adının başında ‘Adalet’ olan bir partinin iktidarında oldu guguk. Napolyon Bonaparte ‘Bir savaş yapıp kazanmak için ne gerekir?’ sorusuna ‘Para para para’ yanıtını vermişti. ‘Ülkelerin uzun yıllar ayakta kalması, insanların huzurlu ve mutlu şekilde yaşamaları için ne gerekir?’ sorusuna ben; “ADALET ADALET ADALET” yanıtını veriyorum…

/////////////////////////////////

Sivrihisarlı Kadı Sarı Hızır Efendi

Fatih Sultan Mehmet zamanıdır... Fatih Camisinin inşaatına başlanmıştır. Fatih inşaatın nasıl gittiğini öğrenmek ister. Bunun için inşaat yerine gelir.
SAĞ ELİ KESİLDİ
Cami inşaatında çalışan ustalardan Rum İpsalanti`nin, cami sütunlarını, Fatih’in istediği gibi uzun değil, kısa kestiğini görür. Bu duruma çok sinirlenen Fatih, derhal emir verir ve İpsalanti ustanın, sağ eli kesilir. İpsalanti usta, geçimini inşaatlarda çalışarak sağlamaktadır. Evde çocukları aş-ekmek beklemektedir... Ne var ki, artık çalışamayacak; mesleğini icra edemeyecektir. Çünkü artık sağ eli yoktur. İpsalanti usta, düşünür, taşınır ve Fatih`i Kadı`ya şikayet etmeye karar verir.O günlerde, İstanbul Kadısı Sarı Hızır Efendi`dir. Eskişehir Sivrihisarlı olan Hızır Efendi öyle bir kadıdır ki, Allah`tan başka kimseden korkmayan, hak ve adaleti ne pahasına olursa olsun yerine getirmekten hiç çekinmeyen birisidir... İpsalanti`nin şikayetini dinledikten sonra, hiç düşünmeden Padişah Fatih Sultan Mehmet`i çağırtır. Kadı`nın huzuruna önce İpsalanti girer ve ayakta durur. Arkasından Fatih, mağrur bir eda ile girer. Girmesiyle beraber de geçer Kadı`nın karşısındaki sedire oturur. Bunu gören Kadı Sarı Hızır, sesini yükselterek: “Burası adalet huzurudur. Huzurda ayakta durulur. Ayağa kalkınız” der.
KISASA KISAS
Padişah ayağa kalkar. Kadı iki tarafı da dinler. Padişah elini kestirme gerekçesini anlatır. İpsalanti`de suçsuz olduğunu, elsiz kaldığı için geçimini sağlayamadığını söyler... Sonunda Kadı, hükmünü verir. Kısasa kısas! Arkasından da bu hükmün derhal infazını ister. Yani, Fatih`in sağ kolu kesilecektir... Davalı ve davacı dışarı çıktıktan sonra, herkesi bir üzüntü alır. Araya vezirler, paşalar girer; İpsalanti`ye yalvarırlar: “Etme bir iş oldu. Gel şu davadan vazgeç. Padişah eli kesilmesi doğru olmaz. Sana ve ailene ölünceye kadar yetecek miktarda tazminat verilsin. Zaten sen, Padişahın elinin kesilmesi için dava açmadın. Aman ne olur davadan vazgeç” diye dil dökerler. İpsalanti usta da üzgündür. Kadının böyle bir karar vereceğinden habersizdir. O, çalışamadığı için geçimini sağlayacak bir tazminat peşindedir. Tekrar kadıya başvurur: “Ben davadan vazgeçtim. Padişahın eli kesilmesin. Onun eli kesilmekle, benim elim yerine gelmez. Sadece bana ve aileme yetecek kadar tazminat verilmesini istiyorum” der.
İLTİMAS YAPSAYDIN BAŞINI UÇURACAKTIM
Kadı, iki tarafı tekrar huzura çağırır. Hükmünü verir: “İpsalanti usta, davasından vazgeçip, yalnız tazminat istediğine göre; kendisi, eşi ve iki çocuğunun günlük nafakalarını ölünceye kadar vermeye; ayrıca, elsiz olduğundan, manevi tazminat olarak 100 altın ödemeye” suçluyu mahkum eder. Fatih, İpsalanti ustaya, yüz değil, 150 altın verir ve ömür boyu da geçiminin sağlanmasını temin eder. Mahkeme böyle sonuçlandıktan sonra, Fatih tekrar Kadı`nın huzuruna girer: “Bak Sarı Hızır, padişah olduğum için iltimas yoluna gidip de, adaleti yerine getirmeseydin, şu belimdeki kılıç ile başını uçuracaktım” der. Padişah’ın bu sözü üzerine, Kadı Sarı Hızır: “Sen de, ‘ben padişahım’ diye kararıma karşı çıksaydın ve mahkemenin huzurunu bozsaydın, minderimin altındaki hançerle, ben de seni kalbinden hançerleyecektim” der.