Ahi Evran (Evren)
Tam adı Şeyh Nasirüddin Ebü'l-Hakayık Mahmud b. Ahmed olup, Anadolu'da Ahi Evran diye bilinir. 1171 (566) yılında doğmuştur.
İlk tasavvufi terbiyeyi de Horasan ve Maveraünnehir'de iken Ahmed Yesevî'nin talebelerinden aldığı muhakkak olan Ahi Evran, daha sonra bir Hac seyahatine çıktığı ve bu seyahatleri sırasında Türk asıllı gezgin bir sufi olan Evhadüddin Kirmani ile tanıştığı ve O'na intisab ettiği anlaşılmaktadır. 602 (1205) yılında Sadrüddin Konevî'nin babası Mecdüddin İshak'ın delaletiyle Evhadüddin, Muhyi'ddin Îbnü'l- Arabilerle birlikte Anadolu'ya gelen Ahi Evran, 603 (1206) yılında da Kayseri'ye yerleşmiş ve burada bir deri atölyesi kurarak debbağlık yapmıştır. Bu yüzden, tarih boyunca “Debbağların Piri” olarak tanınmıştır.
Cevat Hakkı Tarım, elde ettiği bazı belgelere dayanarak Ahi Evran'ın adının Şeyh Nasırüddin Ahi Evren olduğunu, 1274 yılında ölen Sadreddin Konevî ile çağdaş bulunduğunu söylemektedir. Elimizde Ahi Evren Şeyh Nasırüddin adına 1277 yılında düzenlenmiş bir vakfiye bulunduğuna göre, Ahi Evren'in bu kişi olduğunu tahmin etmek yanlış olmayacaktır.
Bu vakfiyede, Kırşehir yakınlarında birçok köydeki geniş taşınmaz malların geliri, vakıf yapanın mezarı yanında yapılacak zaviye ve mescide sarf edileceği bildirilmektedir. Bu vakfiyedeki taşınmaz mallar, vakfı yapanın zengin bir kişi olduğunu gösteriyor ki bu, Ibn-i Batuta'nın ve başka yazarların verdikleri, Ahi babalarının zengin kişiler olup geniş ve büyük misafirhaneler, toplantı yerleri yaptırdıklarına dair verdikleri bilgilere de uymaktadır.
Ahi Evran, ahlak, sanat ve konukseverliğin uyumlu bir birleşimi olan Ahiliği kurmuş ve o denli saygın bir duruma getirmiştir ki bu kurum, yüzyıllar süresince bütün esnaf ve sanatkârlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiş, yeniçeriliğin kuruluşunda, Hacı Bektaş töreleriyle birlikte önemli rol oynamış, devlet adamları bu kuruluşa girmeyi onur saymışlardır.
Anadolu'da Ahiliğin Ortaya Çıkışını Hazırlayan Etkenler
Anadolu, 1071 Malazgirt savaşında Türkler tarafından fethedildikten sonra, birçok kez doğudan (Orta Asya) kalkarak Horasan ve İran'da bir süre yerleşmiş Türklerden oluşmuş kalabalık kitleler halindeki Türk göçlerine kucak açmıştır.
Anadolu'nun Urfa'dan, başlayarak Adana'ya dek giden sınırlarından zaman zaman giren Abbasi orduları, Niğde, Nevşehir, Kırşehir, Kayseri, Yozgat ve Ankara bölgelerine akınlar yapmış, bazen buralarda ele geçirdikleri yerlerde yerleşmişlerdir. Özellikle VIII. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak XII. yüzyıla kadar Türk askerlerinin, Abbasîler ordusunun en güçlü en etkili ve en kalabalık bölümünü, komutanlarının büyük bir kısmını teşkil ettiğini biliyoruz. İşte bu, IX. ve X. yüzyıllarda Arap ordusunda Anadolu'nun içlerine giren Türklerin adlarını mezar taşlarında ve elimizdeki Kırşehir'de düzenlenmiş M. 903 tarihli bir vakfiyede görüyoruz. Bu bize, buraya o sıralarda gelmiş olan Türklerin uzun süre yerleşmiş olduklarını da göstermektedir.
Türklerin bu ilk gelişlerinden, Moğol saldırısına kadar, Orta Asya, Horasan ve İran bölgeleri, engelsiz ve kesintisiz olarak Türklerin elinde bulunduğundan Türk halkının Anadolu'ya göçü normal bir hızla sürdü. 1225’lere kadar yapılan göç ve akınların ana amacı; Türk savaşçılarının burada kendi alplik, yiğitlik vasıf ve heyecanları için bir uygulama alanı bulmalarının yanında, Türk göçebelerinin, daha iyi bir iklimde yeni ve daha verimli otlak, yaylak ve kışlaklar arama ideali de gösterilebilir. 1225’lerden sonraki göçlerin nedeni ise, korkunç, şiddetli Moğol saldırılarının önünden kaçıştı. İlk göçlerde çoğu, savaşçı, hayvan yetiştiricisi göçebe halk olduğu halde, Moğol saldırısından kaçıp gelenler, zengin tüccar ve sanatkârlar idi. İlk gelenlerin çoğunun asıl uğraşıları askerlik ve hayvan yetiştiriciliği olduğundan, bunların yöneticilerinin, bürokrasi hizmetinde kullanmak üzere getirdikleri kişiler, İran'da yetiştirilmiş olduklarından, sarayın ve çevresindekilerin edebiyatında, şiirinde ve yazışmalarında Fars dili ve edebiyatının etkisi çoktu.
XIII. yüzyılda gelenler ise hızla ve doğrudan doğruya geldiklerinden, dil, şiir, müzik hatta dinî töre ve gelenekleriyle tamamen Orta Asya Türk kültürü ve inançları iklimine haiz bulunuyorlardı. Moğol saldırısı o denli ani ve kanlı oldu ki, bunlar daha uzaklara, emniyetli yerlere ulaşmak için Anadolu'ya koştular, her şeylerini, maddi- manevî bütün varlıklarını buraya getirdiler. Burada da sanat ve ticaretlerini sürdüreceklerdi. Asya'nın uygar büyük Türk şehirlerinden gelme bu sanatkâr ve tüccarlar, yerli Bizanslı meslektaşlarıyla rekabet edebilmek, tutunabilmek için aralarında birliğe, dayanışmaya muhtaçtılar. Bu dayanışma ve birlik önce, Türk halkının çok muhtaç bulunduğu, çok kullandığı eşyayı üreten sanat kolları mensupları arasında oldu. Bunlar, deri işçiliğine ait şeyler olmalı idi.
Atlı asker ve atlı göçebe olan bir ulusun en çok kullandığı şeyler, yemeni, çizme gibi ayakkabıları ile at eyerleri, kolan, kuskun, yularlar, kemerler gibi saraçlık eşyası ile deri su kapları idi. Tabiî önce, bunların yapılacağı derilerin hazırlanması yani derinin işlenmesi gerekiyordu. Bu ikinci kez gelenlerin Anadolu'ya yerleşmelerinden on onbeş yıl sonra bu kez Anadolu, Moğol saldırısına uğradı. 1220’lerde yaptığı bir saldırı ile Harzemşahlar, Türk İmparatorluğunu ortadan kaldıran Moğolların İran'a gelip yerleşen ve İran Moğolları veya İlhanîler adıyla anılan kolu, 1243 yılında Kösedağ adlı yerde Selçuklu Sultanının ordularını yenilgiye uğratıp kendisini haraca bağladı ve ülkeyi, yolladığı genel valilerin yönetimi altına soktu. Bundan sonra Anadolu halkının bütün kazancı ve yüzyıllar boyunca Türk hükümdarlarının biriktirmiş oldukları servetler, altın, gümüş, develer ve katırlarla, İlhanlılar başkenti Sultaniye’ye taşındı.
Örneğin, 1298 yılında, Moğolların, Anadolu genel valisi Abuşka'nın, normal haraç dışında Antalya bölgesinde hükümdarlardan aldığı şeyler arasında eyer, paldum gem vb. gibi som altınla bezenmiş saraç eşyası ve içlerinde bir de altı kg. ağırlığındaki altın gerdanlığın bulunduğu göz önüne alınırsa, Anadolu'daki Moğol yağmasının genişliği ve sürekliliği daha iyi anlaşılır.
Anadolu Türk halkının gördüğü zulüm yalnız mallarının ellerinden alınmasıyla bitmiyordu. Bizzat Selçuklu hükümdarı, onun valileri, yöneticileri sıkıştırılıyor, onlarda halka rahat vermiyorlardı. Bu huzursuzlukların sonucu olarak da halk valilere ve yöneticilere, onlar hükümdara ya da Moğol genel valisine karşı ayaklanıyor, silahlı çatışmalar oluyor, İlhanlı hükümdarı kalabalık ordu ile Anadolu'ya girip her tarafı yakıp yıkıyordu. 1256’da kurulan Karamanoğulları Beyliği, sağlam bir millî şuurla bu Moğol zulmüne karşı zaman zaman başkaldırıyordu. Bunlardan Mehmed Bey, dil, edebiyat ve bürokrasideki İran kültür etkisine karşı çıkıp, sarayda, divanda (bürolarda), çarşıda, pazarda Türkçeden başka dil kullanılmamasını ilan etmişti. Bunlar ve ara sıra yapılan haçlı savaşlarının yıkımı yetmiyormuş gibi Anadolu bir de, İran Moğolları ile Mısır'daki Türk Kölemenleri devletlerinin güç deneme alanı oluyordu.
Birçok ayaklanma ve savaş ile Moğol yıkım ve huzursuzluğunun yaşandığı Anadolu her alanda güç kaybediyordu. Anadolu halkı canından bezmiş durumda idi. İşte bu kritik devrede Ahi Evran, Baba İlyas, Hacı Bektaş, Mevlana Celaleddin Rûmi gibi Türk büyükleri, her biri, halkın maneviyatını yükseltmek, milli duygularını ayakta tutmak için büyük çabalar harcadılar. Baba İlyas, yönetime karşı kritikleriyle, Mevlana Konya'da saray ve yöneticilerine ahlak ve hoşgörü telkinleriyle, Hacı Bektaş, köylü ve göçebe halk arasına girerek onların her tür davranış ve gerekleri ile, dilleriyle, şiirleriyle, müzikleriyle, ahlaklarıyla ilgilenerek, Ahi Evran ve sanatkârları bir birlik altında toplayarak sanat ve ticaret ahlakını, üretici ve tüketici çıkarlarını güven altına almak suretiyle bu kötü politik ve ekonomik atmosfer içinde onlara yaşama ve direnme gücü verdiler.
Ahi örgütüne giren esnaf ve sanatkârlar, meslekî, dini ve ahlakî, eğitimden ayrı olarak askerî talim, terbiye de görüyorlar, gerektiğinde ordu ile savaşlara katılarak düşmanla yiğitçe çarpışıyorlardı. M. Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu adlı eserinde bu örgüt mensuplarının büyük yardımlarını detaylarıyla anlatmaktadır.
Ahi Evran, zaten yüzyıllardır savaşçılık ve dini, ahlaki bilgiler vermekte büyük ve önemli görevler yerine getirmiş bulunan fütüvvet teşkilatından ve fütüvvetnamelerden faydalanarak Ahi örgütünü kurdu. O, Türk halkının ekonomik durumunu yükseltmek, başkasına el açmadan, alın teriyle, şerefle yaşamanın yollarını, bir sanat veya meslek sahibi yaparak göstermek istiyordu. O, işe, debbağ, ayakkabıcı ve saraç esnafını toplayıp örgütlemekle başladı. Üstün becerisi, ahlâkî sağlamlığı ve hakseverliği ile büyük bir şöhret ve saygı topladı. Kurduğu örgütün başkanı, "Ahi Babası" oldu. Bir süre sonra 32 kola ayrılan deri işçiliği, zamanla Anadolu'da, Balkanlarda ve Kırım’da gelişmiş, geniş bir örgüt haline gelecektir.
XVII. yüzyıl Türk gezgini Evliya Çelebi, Edirne debbağlarından söz ederken; "Debbağhanede 5000 kadar Ahi Evran köçeği, feta ve tevânâ, serbaz, şahbaz yiğitler çıkar" demektedir. İstanbul debbağ ve saraçlarından bahsederken de bunların yine Ahi Evran ocağına bağlı olduklarını yazıyor. 1651 yılında İstanbul'da esnafın yaptığı bir ayaklanmayı anlatırken "önce saraçhaneden ahiler bayrak, davul ve kudüm kaldırıp cümle dükkânlar kapandı ve camiler kilitlendi." diyor.
Özetle, Doğudan, Asya'daki büyük ve uygar Türk şehirlerinden gelen çok sayıdaki sanatkârlara kolayca iş bulmak, yerli Bizans sanatkârları ile rekabet edebilmek, bu topraklarda tutunabilmek için yaptıkları malların kalitesini korumak, üretimi ihtiyaca göre ayarlamak, sanatkârlarda sanat ahlakını yerleştirmek, Türk halkını ekonomik yönden bağımsız hale getirmek, ihtiyaç sahibi olanlara her alanda yardım etmek, ülkeye yapılacak yabancı saldırılarında devlet silahlı kuvvetleri yanında savaşmak, Türklük şuurunu, sanatta, dilde, edebiyatta, müzikte, gelenek ve göreneklerde milli heyecanı yaratıp ayakta tutmak Ahiliğin temel şiarı olmuştur.
Anadolu'da Ahi Kuruluşunun Öncüleri
Futüvvetten söz eden en eski eserlerden, Anadolu'da yazılmış en yenilerine değin hepsinin bahsettiği fütüvvecilik vasıfları, ufak tefek farklarla birbirinin aynı olmakla birlikte, bu vasıfları haiz ve fütüvvet kurallarına uyan kişilerin, türlü yerlerde ve zamanlarda, feta, ayyar, şuttar, civanmerd ve ahi gibi adlarla anıldıkları görülüyor. Bu itibarla Anadolu'daki Ahi örgütüne bağlı olanlarının da, Yahya b. Halil'in fütüvvetnamesini, Sühreverdi'ninki ile karşılaştırdığımızda gördüğümüz gibi, bunlara sonradan birçok tarikatın, özellikle Bektaşiliğin erkânından, akidelerinden bazı hususlar sokulmuş olmakla birlikte, esas itibariyle Nasır tarafından tanzim ettirilen, ondan daha önceki eserlerde genel hatları belirtilmiş olan genel kurallara uymuş oldukları anlaşılıyor.
Kişilerin Fütüvvete lâyık olabilmeleri için bilim ve sanat bilmeleri gerektiği, çoğu kez Cuma akşamları yapılan toplantılarında, yani ahi sohbetlerinde Kur'an, hadis, menâkib, muâmelat-ı hukemâ, evsaf-ı müzekkâ sergüzeşt-i şüheda, nisbet-i ahibba, letaif-i zurefâ, esrar-ı fukara, süluk-i suvefa, belagat-ı şuara okunan, mezar, cami, türbe vb. kitabelerindeki ve diğer eserlerde bulunan bilgilere göre, Anadolu'nun hemen her tarafına, Kırım'a, Balkanlar'a yayılmış olan bu kurum üyelerinin, yönetim, politik, sosyal, ekonomik yaşantıdaki rolleri, görevlerinin neler olduğuna dair bilgilere, bunların uyacakları edepleri, erkânı kapsayan ve içtüzükleri niteliğinde görülen fütüvvetnamelerde bir kayda tesadüf edemiyoruz. Ancak kitabeler, edebî ve tasavvufi kaynaklar birbirini tamamlamayan ayrı ayrı bilgiler vermektedirler. İbn-i Bibî'nin Anadolu Selçukluları Tarihinde, Kerimüddin Mahmud'un Müsameret ül-Ahbar'ında Şikâri'nin Karaman Tarihi'nde, Ahmet Eflâkî'nin Menakıb ül-Arifin'inde, Aziz b. Erdeşir Esterabadi'nin Bezm-ü Rezm'inde, İbn Batuta'nın ve Evliya Çelebi'nin seyahatnamelerinde, Aşık Paşazade’nin tarihinde, Hoca Sadettin Efendi’nin Tac üt-Tevarih'inde, Alî'nin Künh ül-Ahbar'ında, Türk Tarih Kurumu’ndaki yazarı bilinmeyen Hadikat üs-Salâtin'de ve bunlara benzer eserlerde, ferman, icazetname ve vakfiyelerde, Selçukluların son devirleriyle Osmanlıların kuruluşu sırasında Anadolu'da temayüz etmiş ve büyük bir kısmının Horasan ve Türkistan'dan gelmiş olduğu belirtilmiş ahi şahsiyetlerinden bahsedilmektedir.
Daha sonraki zamanlarda, yani Osmanlıların kuruluşu sırasında bir kısım bilgin, kadı olarak bilim alanında, bir kısmı, vali, komutan olarak yönetim ve askerlik alanında, bir kısmı büyük ticaret ve sanatla meşgul olarak bu alanlarda fütüvvetçiliği temsil eden bilgin, mutasavvıf, abdal ve gazilerden oluşan bu zümrenin, Selçukluların Anadolu'ya gelişleri sırasında da gelmiş ve o zamandan başlayarak fütüvveciliği dolaylı bir surette yaymağa başlamış olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Mevlana Celaleddin Rumî ile oğulları zamanında, Ahilerle bunların ilişkilerine dair bilgi veren eserlerde, Mevlana'nın dostane ilişkiler sürdürdüğü Urmiyeli Çelebi Hüsameddin'in dedeleri hakkında, adı Muhammed olan babasının, tariykı cah ve mansıp ihtiyar edip Konya'da Ahi olup bütün halk üzerinde manevî nüfuz kurduğu, bu nedenle mal eşya sahibi olduğu, künyesinin: Hasan b. Muhammed b. Ahi Türk olup dedelerinin, Şeyh ebu'l-Vefa'ya yetiştiği söyleniyor ki, dört nesil yukarıda ahilikle anılmaları çok dikkate değer niteliktedir. Sultan Veled divanında da, bu Ahi Muhammed'in ölümü dolayısıyla yazılmış sitayişkâr ve uzun bir övgü vardır. Burada Ahi Muhammed'in iyilikleri, hasletleri ve meziyetleri anlatıldıktan sonra, ihtiyar, genç ve çocukların, kendisinin kulları olduğu, fityan arasında çok sayıldığı ve seçkin olduğu söyleniyor. Gene Hüsameddin Çelebi zamanında Sivas'ta yaşamış bir de Ahi Muhammed Divane vardır ki bu, başka kişidir. Bu sonuncu hakkında da, Mevlana Nasıri, Kitab ül- İşrak adlı eserinde 38 beyitlik bir övgü yazmıştır.
Divan-ı Sultan Veled'de Ahi Muhammed'den başka Ahi Kayser, Ahi Çoban, Ahi Yusuf, Ahi Ahmed, Ahi Sadettin hakkında da övgüler vardır.
Ahilerin, Osmanlı Devletinin kuruluşu sırasında da rol oynadıklarını daha önce belirtmiştik. Tahsin Öz tarafından yayınlanan bir vakfiyede, Murad I'in, Ahilerden şed kuşandığını ve kendinin de, hısımlarından Seydi Sultan'ın kızıyla evlendirdiği Ahi Musa'ya, eliyle kuşak kuşatıp Malkara'ya ahi atadığı ve ona Malkara'da sınırları ve koşulları vakfiyede yazılı bir miktar yer vakfettiği, eğer Ahi Musa'dan sonra buraya bir Ahi atanırsa bu mülke, aynı koşullarla, onun tasarruf edeceği yazılmaktadır. Bu vakfiyede, vakfedilen yerin sınırları yazılırken "Foryaz Ahisi tekyesinden söz edilmektedir ki bu da, daha önce buralarda Ahi örgütünün ve toplantı yerlerinin mevcut olduğunu isbat eder. Bu bilgi, Kırşehir'de Hacıbektaş şehrindeki Hacı Bektaş Dergahı meydan evinin kapısı üzerindeki kitabenin verdiği bilgi ile karşılaştırılırsa Murad I'in fiilen Ahiliğe katıldığı sonucuna varılabilir.
Aşıkpaşazade tarihi, Künh ül-Ahbar, Cami’üd-Düvel, Şakayık-ı Nu'maniye ve öteki Osmanlı kroniklerinin birçoğunda, özellikle Osman I, Orhan, Murad I, Bayezid I, Murad II ve Fatih devirlerinin bilginleri ve devlet adamları arasında birçok Ahi kişilerinin adları yazılmaktadır. Hatta Osman I'in kayınbabası Şeyh Edebali'nin, Çandarlı Kara Halil'in Ahi oldukları zikredilmektedir.
Anadolu Selçuklularında ve Osmanlılarda olduğu gibi Anadolu Beyliklerinin bazılarında da Ahilerin saygı ve sevgi gördüklerini ve kendilerine önem verildiğini, yönetimde ve askerî komutanlıklarda görev aldıklarını görüyoruz. Bu cümleden, Karamanoğulları ile olduğu gibi Sivas hâkimi Kadı Burhaneddin ile de yakın ilgileri vardı. Kadı Burhaneddin, Ahi İsa, Ahi Nevruz, Ahi Alisah, Ahi Muhammed, Ahi Nasrüddin gibi nüfuzlu Ahilerle daha hükümdar olmadan önce iyi ilişkiler kurmuştu. Örneğin Ahi İsa ile önceden beri dost olup, kendisi Sivas hâkimi olduktan sonra (1381) Ahi İsa'yı Amasya hâkimi Hacı Şadgeldi katına elçi olarak göndermiş bundan sonra kendisi Kayseri'ye saldırdığında onu, askerinin bir koluna komutan atamıştı. Ahi Nevruz’la önce dost iken sonraları araları açılmıştır. Kadı Burhaneddin Zile'de yaptırdığı medrese ile bu şehrin yönetimini Ahi Alişah'a verdi.
Kadı Burhaneddin, dinlenmek için Kösedağ'a gittiğinde Emir-i Hac, sarraflardan Bayezid ve Ahilerden Hoca Anaste'nin oğlu Ahi Muhammed, Ahi Nasrüddin, bazı kişilerle birleşerek Sivas'ta ayaklandıklarında, diğerleri idam edildiği halde Ahi Muhammed'i affetmiştir.
Anadolu'da sanatkârlardan kurulu Ahi topluluklarının başkanı bulunan Ahi şeyhlerinin bunlar üzerindeki davranışları, görev ve yetkilerinin neler olduğuna dair fütüvvetnamelerde bir kayıt yoktur. Son zamanlarda elimize geçen, Kırşehir'de Ahi Evran zaviyesi postnişinlerinden (Ahi baba) ve Ahi Evran torunlarından Seyyid Şeyh Musa tarafından 1818 yılında Tosya'daki esnaflar, debbağlar ve sanatkârlar üzerinde duacı atanan, Şeyh İsmail Rumi evladından Tefsirci Şeyh Mustafa Efendi tekkesinde postnişin Seyyid Şeyh Hacı Ahmet Efendi’ye verilen icazetnamede: Memalik-i Mahrusa’da vaki ehl-i sanayi ve debbağlar hırfetlerinin, hattı hümayun ile şeyhleri olan Ahi Evran zaviyesi postnişinleri bulunan Ahi Evran evladının, bu zümre üzerine şeyh olup duacı, Ahi baba kethüda, yiğitbaşı, halife ve usta oğulları nasbinin babadan dededen kendilerine ait olduğu, kimsenin müdahale etmediği ve bu sebeple âdete göre gelirinin de adı geçen zaviyenin onarılmasına, bakımına ve buraya gelip gidenlere yemek verilmeye sarf edildiği, bunların atadıkları şeyhlerin, kendilerinin vekilleri olarak 32 esnafa nizam ve rabıta verdikleri, esnaflar arasında pirlerinin yoluna aykırı ve fütüvvete ters düşen davranışlarda bulunanlar olursa te'dip için dükkânlarını kapatıp kendilerini azarladıkları, üç günden sonra tövbekar olurlarsa dükkânlarını izinle açıp tekkeye kurban astırıp, eşiğine yüz sürdürüp ihtiyarların ellerini öptükleri, inat edenler olursa, şeriat marifeti ile te'dip edildikleri kaydediliyor.
1787 yılında, Abdülhamid I tuğrasıyla Muhammed adında birine, Tosya'daki bedestan duacılığı için verilen beratta, bu şehrin bedestan duacılığı ile iplik pazarı kantarcılığının ve sofçu, demirci, semerci ve mutab (mutaf: çulcu ve keçeciler) esnaflarının Ahi babalığının, ortaklaşa üç kişi üzerinde bulunduğu, bunlardan birinin, çocuksuz ölmesiyle yerinin, bu işi ortaklaşa yapanlardan birine tevcih edildiği kaydedilmektedir ki, bundan önce zikredilen icazetnamede, bu görevler üzerinde babadan dededen Ahi Evran zaviyesinde postnişin Ahi Evran evlatlarının tasarrufta bulundukları kaydedilmesine rağmen bu berat tarihinde, yani 1787 yılında, bu sanatkârlar üzerinde Ahi babalar ve duacı tayin etme müsaadesinin, Ahi Evran zaviyesi postnişlerine henüz verilmemiş olduğu anlaşılmaktadır.
Bu icazetname ve beratlarda görüldüğü gibi, Ahilerin uygulamada izledikleri kurallar ve fonksiyonları hakkındaki bilgileri, fütüvvetnamelerden çok, berat, icazetname, ferman, hüccet, şer'iye mahkemeleri i’lamları, vakfiyeler vb. belgeler vermektedir.
Sonuç
Ahi teşkilatının bilinen pek çok özelliklerinin yanında, bu kuruluşun temelleri başlangıçtan beri o denli sağlam atılmış, kurallı zamanın ve toplumun gereklerine ve gerçeklerine o denli uydurulmuş ki bu kurallar sonradan, şehir ve kasabaların belediye hizmetleri ve narhlar şeklinde de resmileştirilmiştir.
Ahiler, sanat ve meslekleri için gerekli olan hammadde sağlanmasından, onun işlenişine kadar her işlemi inceden inceye kurala bağlamışlardır. Bu durum ise hem meslek erbabı arasındaki, hem de üretici ve tüketici arasındaki ilişkilerdeki haksız rekabeti, haset ve kavga gibi sürtüşmeleri ortadan kaldırmıştır. Türklere özgü bir esnaf teşkilatı olarak Ahilik bütün kurum ve kanallarıyla toplumumuzun sosyo- politik, sosyo- kültürel ve sosyo- ekonomik yapısına önemli katkılar sağlamıştır.
Türk- İslam toplumundaki bu sosyal yardımlaşma ve dayanışma kurumunun kurulup gelişmesiyle, Türk toplumunun temel yapısını teşkil eden esnaf ve sanatkârların ve kırsal kesimdeki üretici zümre olan çiftçilerin, birbirlerini sevip saymaları, birbirleri ile yardımlaşmaları ve bulundukları toplumda üretimle birlikte her türlü yaşam tarzının birlik, beraberlik ve düzen içerisinde geçmesi mümkün olmuştur.
Esasen Ahilik teşkilatının önemi, insana değer veren sosyal, ahlaki ve ekonomik amaçlı kuruluşlar olmasındandır. Nitekim Ahi birliklerinin gerek iş denetimleri ile gerekse üyeleri arasındaki dayanışma, dürüstlük ve doğruluk ilişkilerinin bütün ekonomiyi etkiledikleri, tüketicilerin esnaf ve sanatkârlara olan güvenini hiç sarsmadıkları görülür.
Ahi teşkilatları sadece, ne iktisadi ve ne de sosyal bir kuruluştur. Ahilik teşkilatlarının önemi insana değer veren sosyal-ahlaki ve ekonomik amaçlı kuruluşlar olmasındandır. Ahi olan kişinin eli, kapısı ve sofrası daima açık olurken, gözü (kötü göz), beli ve dili hep kapalı (bağlı) olmalıdır. Esasen bu ve benzeri Ahiliğin ana ilkeleri, yardımlaşma ve dayanışma anlayışı, tarihsel süreç içerisinde Türklerin hep ayırıcı nitelikleri olarak sürüp gitmektedir.
Aklı, bilgiyi, bilimi, çalışmayı ve güzel ahlakı, dürüstlüğü, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmasıyla toplumu ön planda tutan, ayrıca çocuklarına da “aşına, işine ve eşine özen göster” diyerek aileye, topluma ve insana değer veren Ahilik değerlerinin; sosyal refah ekonomisine yönelen günümüz dünyasında da sadece “Ahilerin halefleri olan esnaf ve sanatkârlar zümresinin değil, tüm meslek örgütleriyle, öteki kuruluşların ve tüm bireylerin insan mutluluğu ile toplum huzur, güven ve gelişmesi için vazgeçemeyeceği değerlerin en önemlilerinden olduğu söylenebilir.