Sevgili okurlar “köylülük ve tarım politikaları üzerine değerlendirmeler” başlıklı yazı dizisini kaleme alırken ve hazırlarken;
Mütemadiyen gündemi meşgûl eden ve üzerinde tartışılan ancak doğru tahlil yapılamadığı için, planlı ve programatik bir çözüm yöntemi oluşturulamayan “tarım ve üretici” sorunlarını, bilimsel bir yaklaşımla irdeleme ve değerlendirme gereği hissettim.
Bu düşünceden yola çıkarak, tarihten günümüze ekonomik/siyasal gelişmelerle, buna bağlı olarak şekillenen tarım politikalarının üretim ilişkilerinde yarattığı dönüşümün, tarım ekonomisi üzerindeki etkisi ve topluma yansımasını, neden-sonuç ilişkisi zemininde değerlendirerek, çözüme dönük projeksiyon oluşturma arzusundayım.
** ** **
Dünyada ve ülkemizde üreten köylülüğün sıkıntıları ve sorunları, tarih boyunca tartışılmış ancak üretici lehine verimli bir sonuç alınamamıştır. Köleci toplumdan Feodalizm’e geçişle birlikte toprak ağalarının tahakkümü altında ezilen köylülüğün, Fransız burjuva demokratik devrimi sonrası Kapitalizm’in siyasi iktidarı ele geçirmesi sonucu, bu kez Kapitalist üretim ilişkilerinin tahakkümü altında ezildiğini ve üreticinin adeta kendi tarlasında ücretli işçi durumuna düşürüldüğünü ifade edebiliriz.
“Liberalizm’’; pazarda bireylerin etkin olduğu, gerekli görülen durumlarda devlet müdehalesine açık serbest piyasa ekonomisi; burada amaç üretimi ve ticareti bireylere bırakmak, pazarı genişletmek, böylelikle ekonomik olarak büyüme hedefiydi ve bu genel görüş dünyaya hakimdi. Ancak, zaman içerisinde sanayi üretiminin tekelleşmesi ve banka sermayesi ile birleşmesi sonucu oluşan Finans/Kapital’in varlığı ve gücü, devletin fiyat düzenleme amaçlı piyasalara müdehalesini ve küçük-orta üreticinin pazar üzerinde ki etkinliğini tamamen ortadan kaldırdı.
Nitekim bugün, Kapitalist ekonomi ve ona bağlı gelişen üretim ilişkilerinin şekillendirdiği ve sermaye tekellerinin piyasalara hakim olduğu bir sistemde yaşamaya ve onların kurallarına uymaya mecbur bırakılıyoruz. Bunun sonucu olarak, ağır sanayiden, gıda sanayisine, teknolojiden, tarımsal üretime varana dek üretim sektörünün tamamında hammadde temininden tutun, pazara sunulan ürün fiyatlarına kadar, hakim güç ve yegane belirleyici, pazara hakim sermaye tekelleri oluyor.
Kapitalist ekonomide ürün fiyatlarının nasıl belirlendiğini temel ilkeleriyle yukarıda izah etmiştim. Şimdi, Türkiye’de tarımın gelişimi ve küresel ekonomiye entegrasyon sürecini irdeleyelim.
20.yy başlarında, Türkiye’de henüz iş başına geçen hükümetlerce, ithal ikameci sanayileşme politikalarıyla ekonomik büyüme ve gelişme hedeflenirken; aynı yıllarda batılı ülkelerin hemen hepsi gelişmiş teknolojileri ve ağır sanayileriyle üretimin her kolunda kendi ihtiyaçlarına dönük marka yaratmış ve ticari ürün üretir durumdaydı. Böylelikle batı ülkelerinde tarımın, teknoloji ve bilimsel yöntemlerle desteklenmesi, üretimde verimliliği artırmış ve ivme kazandırmıştı.
Türkiye’de ise teknoloji ve ağır sanayi henüz gelişmediğinden, tarımsal mekanizasyondan ve bilimsel bilgiden yoksun ülke nüfusunun % 80’ini oluşturan Türk çiftçisi, 20.yy ortalarına kadar halen iptidai koşullarda düşük verimli üretim yapmakla yetiniyordu.
2.Dünya Savaşı sonrası, Emperyalist Egemenler, Sovyetlerdeki gelişmeyi önemsiyor ve kendilerine tehdit olarak görüyorlardı. Bu tehdide karşı önlem almak, KAPİTALİST-EMPERYALİST temele dayalı varlıklarının devam edebilmesi için bir zorunluluktu.
Öyleyse, Türkiye gibi hem ticaret yolları, hemde jeopolitik-stratejik öneme sahip, yer altı ve üstü kaynakları zengin bir ülke kendi kaderine terk edilemezdi, onlar için büyük bir pazardı. Nitekim 2. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan, Truman Doktrini çerçevesinde ve Marshall Planı dahlinde, Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkelere maddi ve ayni yardım yapılması kararlaştırılmıştı.
Türkiye’nin kaynaklarını ve pazarını ele geçirmek isteyen Emperyalist tahakküm, Türkiye’ye yapılacak yardımlarda ön koşul olarak, siyasi iktidarlar üzerinde liberalizm demogojisi yapıyordu.
Böylece, çıkarılacak yeni kanunlarla istedikleri yasal zemin oluşturulacak ve Türkiye pazarına nüfuz edebilmenin önünde bir engel kalmayacaktı.
ABD’li uzmanlar, Türkiye’nin kalkınmaya ve yerli-milli sanayileşmeye dönük politikalar uygulamak yerine, ithal ikameci ve yabancı sermaye ortaklı işbirlikçi özel sektör aracılığıyla sanayileşmesini öneriyor, böylelikle yerli-milli sanayii kurma ve markalaşma oluşumunu baltalamayı hedefliyordu.
ABD, bu talebini sözde bırakmadı ve eyleme dökerek, Türkiye’ye bir uzmanlar heyeti gönderdi. Türkiye’ye gelen bir grup uzman “Thornburg” isimli bir rapor hazırladı. Raporda, Türk ekonomisinin kendine daha alçak gönüllü hedefler koymasını, tarım sektörünü desteklemesini ve bürokrasinin ekonomi üzerindeki etkisinin azaltılmasını istiyordu.
Buna mukabil, uygun koşullar sağlanmadığı takdirde, “Türkiye’de özel girişimcilik ruhu geliştirilmedikçe, Amerikan özel girişiminin Türkiye’de yeri olmadığını” söyleyerek; ekonomik olarak çözüm arayışı içinde olan siyasi iktidarlar üzerinde baskı kuruyordu.
Bu ön koşullar ve gelişmelerle paralel olarak, Marshall planında Türkiye’ye vaat edilen yardımlar gelmeye başlamıştı.
1944 senesinde 956 olan traktör sayısı, 1948’de 1756’ya, 1955’te ise 40 binin üzerine çıkmıştı. Bu kapsamda, daha önce tarıma açılmamış araziler ithal traktörler sayesinde ekilir hale geldi. Tarımda artan makinalaşma, verimliliği önemli ölçüde artırırken, kaliteli tohum, tarımsal gübre ve sulama sistemleri ihtiyacını da doğurmuştu..
1950-1960 yılları arasında 350 bin aileye yaklaşık 18 milyon dönüm toprak verildi, kimyasal gübre kullanımı 1947’de 0.23 bin tondan, 1952’de 16.7 bin tona, 1962’de ise 51 bin tona yükseldi. Yazıma şimdilik bir virgule koydum. Önümüzdeki sayıda değerlendirmelerime devam edeceğim…