“Güzeldi, çünkü bir genç tanırdım o zamanlar -karanfil çiğnerdi. Çünkü kız öpmeye heveslenirdi hep -gerçekleşmeyecek olsa da… Öyle işte… Bir genç tanıdım bir zamanlar: Boşa çiğnenmiş karanfil kokardı ağzı. Boşa çiğnenmiş karanfil kokuyor şimdi Türkiye.” (s.57)
Şimdiye kadar böylesi cümlelerle anlatılamamıştı Türkiye.
Öncelikle kitabın yazarı “Necati Tosuner”e bir özür borcum var. Tesadüfen, galiba kitaplarının isimleri hoşuma gittiği için listeme eklemiş, üç kitabını birden almıştım. “Kasırganın Gözü”nü okuyunca hayretler içinde kalmış, üzerinde roman yazan bu kitabı bir şeye benzetememiştim. Ancak zamanı, mekânı ve kitaptaki kişi durumunu anlayınca, öyle olmadığını anladım.
Yazarın “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı” adlı kitabını beğenerek, hatta bazı bölümlere tekrar göz gezdirerek okudum ve beğendim.
Anladım ki, bir önceki kitabında kesik kesik bağırışlarla duyurmaya çalıştıkları, bu kitabında avaz avaz bağırır hale gelmiş.
***
Yalnızlık, çaresizlik, arayış, bulamayış, yazgı ve bunların içe işleyen sızısı…
Kitapta bir kişi var sadece.
O da kendine anlatıyor her şeyi. Kendine söyleniyor, kendine kızıyor, kendine gülüyor, kendine nasihat ediyor, kendisiyle dalga geçiyor, hep kendi kendine…
Camın kenarında bir koltuğa sinmiş, zaman zaman nefretle, zaman zaman sevgiyle gördüklerini dillendiren bir anlatıcı var. Bacaklarında hiçbir rahatsızlığı olmamasına rağmen, kimi zaman sıktığı yumruğunu dizine vurarak susturduğu hiddetini göstermek için dizlerine battaniye sermiş bir anlatıcı adeta. Ancak çok dikkat edersek görülebilecek bir battaniye. Arada yumruğunu bizlerin midesine indirmekten de çekinmiyor.
İçinden konuşuyor. Kendi kendine düşünüyor. Deyim yerindeyse anlatıcı değil, düşünücüye evriliyor. Ama düşündüğü her şeyin uğultusu bizim kulaklarımıza geliyor.
Hayalindeki dinleyiciyle; cevapsız, uzun, evinin içinde volta atarak yaptığı kendi kendine konuşmayı bu romanında da sürdürüyor. Unutulmak için geriye itilmiş, hatırlanınca insanın yüreğini çatlatacak gibi çarptıran olaylar ve duygular aktarılıyor sayfalar boyunca.
Dipten gelen bir sarsıntı gibi her bölüm ve cümlesi, birbiri ardına, birbirinden şiddetli artçılar gibi akıp gidiyor.
Kitabın adında patlatıyor havai fişeği Tosuner.
Gerçekten “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı”.
***
Şiir için, en aza indirgeme sanatı denir. Tosuner de, şairlere kök söktürecek, en aza indirgenmiş cümlelerden oluşan bir anlatımla yazmış bu romanı.
Tosuner’in öykülerini “bireysel ve karamsar” diyerek eleştirenler var. Tespit olarak doğrudur da eleştiri olarak yanlış.
Evet, Necati Tosuner’in öyküleri bireysel ve karamsar.
Cevabını kendisi veriyor zaten:
"Toplumcular yeteri kadar solcu bulmuyordu beni, varoluşçular da altyapı olarak yetersiz buluyordu. Ben bireyciydim, ama benim bireyci olmak için Sartre falan okumama gerek yoktu. Yeteri kadar bireyci olmaya hakkım vardı benim zaten, bu toplumda yaşıyor olmaktan dolayı...”
O yetiştiği çalkantılı dönemde bireyin iç dünyasına yönelmiş bir yazardır. Roman, deneme, oyun ve çocuk kitapları da kaleme almış; sadece kuşağı içerisinde değil, çağdaş hikâyeciliğimizde iz bırakmış ve üslûp sahibi bir yazardır.
Yazarın tarzı kabulünü sağlar; kabul gördüğüne göre…
***
Tosuner bu kitabında düz bir anlatımla bizlere susmanın şiirini sunuyor.
Susmanın şahikası.
Ben bir gecede okudum. Sizin de bir gecede okuyacağınızdan eminim.
Şimdi ise, deli gibi susmak geliyor içimden; çünkü susmak isyanın konuşan bir parçası.
Okuyun.
“Bu” diyeceksiniz, “benim de sustuğum bu”!
Sizinle beraber susan yüreklerden akanlarla akın yarına.
***
“Ayna kırılır, yıkılır perde.
Kendini görürsen görürsün kırığında aynanın, perde çünkü perde değildir yıkılmışsa. Fala baksan tencere sesleri geliyor fincandan…” (s.121)
.