“İnsana mutluluk kadar sağlık katan bir şey yoktur ve en büyük mutluluk da bir başka insanı mutlu etmektir.” (s.57)
Yine bir Zweig kitabı.
Zweig’i seviyor, yazdıklarını önemsiyor ve elimden geldiğince çoğunluğu kısa roman (novella) tarzındaki kitaplarını okumaya çalışıyorum.
İnsanlığın gidişatına dayanamayan, şiddeti, kini ve hasedi kaldıramayan Zweig, bilindiği üzere canına kıymıştı. Onun takındığı bu tavır okurunu da hayli etkiliyor, yazdıkları daha anlamlı geliyor. Belki de biyografisini biliyor olmak benim yazara bakışımı da etkiliyordur.
İnsanın duygularını mükemmel betimlemelerle ele alan Zweig, bu kitabında da empatiyi kullanarak bizlere, “bize ait olan” duyguları açıklıyor. İnsan ruhunun derinliklerine inerken bazı yazarlar gibi okuyucuyu unutmuyor; onu da yanına alıyor ve gayet anlaşılır bir dil ile bize anlam yüklü hikâyeler sunuyor.
***
Zweig bu kitabında bizlere 4 tane öykü sunmuş.
Aşk çıkmazına düşmüş mürebbiyeleri katı bir ahlâk anlayışının kurbanı olurken, yetişkin dünyasının gaddarlığıyla tanışan iki masum çocuğu anlatıyor “Mürebbiye.”
İki kız kardeşe bakmakla görevli olan mürebbiye'nin hamile olduğunu fark etmesiyle yaşananlar üzerine; mürebbiyede oluşan değişiklikleri ve çocukların mürebbiyelerindeki değişikliği fark edip olan biteni kendi ölçütleri içerisinde öğrenmek isteyişleri üzerine; masum duygularla dolu çocukların, yetişkinlerin dünyasıyla tanışması üzerine inşa edilmiş uzun öykü.
Çocuklara aile içindeki olaylardan bahsedilmez genelde. Böyle yaparak onları koruduğumuzu düşünürüz ama çocuklar açısından durum böyle değildir. Onlardan saklanan, anlatılmayan her şey çocukları farklı birine dönüştürür. Zweig bunu, çocukların psikolojisiyle gayet güzel anlatmış.
“Şimdi içinde büyümekte oldukları yaşamdan korkuyorlar, içinden geçmek zorunda oldukları karanlık bir orman gibi kasvetli ve tehditkâr karşılarına dikilen yaşamdan korkuyorlar.” (s.18)
Erkek egemen zihniyetin kadınlara yönelik uyguladığı haksız kurallar da seriliyor göz önüne. Belki eleştiri olarak konusunun çok klişe bir konu olduğunu söyleyebilirim
‘Yaz Novellası’nda yaşlı bir adam genç bir kıza imzasız aşk mektupları yazarak kızla zalimce oyun oynuyor. Mektuplarla birlikte sürekli kızı gözlemliyor ve mektuplara yazdıklarının kızda nasıl değişiklikler yaptığını anlatıyor.
Kim istemez ki kendini mutlu eden mektuplar almayı. Aldığı mektuplarla büyümeye başlayan genç kızın ruhsal çözümlemelerini, muhteşem bir betimleme tekniğiyle önümüze sermiş yazar. Kızın iç dünyasıyla oyun oynayanın katılığı da bir o kadar rahatsız ediyor insanı.
“…anılara inanmam ben. Yaşanmış, bizi terk edip gittiği o anın içinde yaşanmış, bitmiştir.” (s.20)
“Geç Ödenen Borç”ta bir kadın kafasını dinlemek, dinlenmek için gittiği yerde gençliğinin platonik aşkı olan sanatçı adamla karşılaşıyor ve onu görür görmez geçmişte yaşadıkları aklına geliyor.
İnsanın hayatın kırılma noktalarından birini itiraf etmesi yıllar sonra bile olsa çok zordur diye düşünüyorum. Bir çeşit itiraf var öyküyü oluşturan mektupta.
Onu görene kadar onun varlığı bile aklına gelmemişken, geçmişte sanatçının kendine aslında ne kadar büyük bir iyilik yapmış olduğunu anlıyor. Artık düşkün ve yaşlı biri olan, eski saygınlığını yitirtmiş, gençliğinin platonik aşkı bu adama yıllar öncesinden duyduğu gönül borcunu ödemek için bir iyilik yapmak istiyor.
“Öne eğik yorgun başına destek vermek için dirseklerini masaya dayamıştı; bu gündelik bir yorgunluk değil, hayat yorgunluğuydu.” (s.52)
“Kadın ve Yeryüzü”nde ise, ustalığını konuşturduğu ağır doğa betimlemelerine paralel, bir genç kızın yarı histerik şefkat arayışında ifadesini bulan kuraklığı, beklenen ama bir türlü yağmayan yağmuru, insanda boğucu bir etki bırakan sıcaklığı anlatmış.
Okurken siz de kitaptan bir karakter gibi sıcaktan oldukça etkileniyor, “Ah bir yağsa artık!” diyorsunuz yağmura.
“Ağaçların arasında mavi gölgelerin titreştiği ormana gitmek, güneşin kor gibi ısrarcı bakışlarından kaçıp orada uzanmak isterdim.” (s.60)
***
Zweig bu öykü derlemesinde, dönüştürücü deneyimleri sağlam anlatılara dönüştürmekteki ustalığıyla yine insanın kusurlarını, özlemlerini, karşılaştığı engelleyici durumları empatiyle çözümlüyor.
Zweig’in akıcı ve anlatım cambazı kalemini okurları zaten bilir. Buradaki öykülerinde olayların anlatımından çok, paragraflara egemen olan yoğun betimlemelerle ifade edilmeye çalışılan duygular ve düşünceler, okurun hayal gücüne kattığı canlılık ilgi çekiyor.
Ne diyebilirim ki; Zweig yine bildiğimiz gibi.
Yazarın eserleri ile daha önce tanışmış olanlar zaten okuyacaktır. Hiç okumamış kitapseverler için iyi bir başlangıç olabilir.
***
“Yürek her zaman kendini kandırmaya eğilimli olduğundan o da ününün yaygınlığına inanıp kuşkuyu bıraktı.” (s.55)