“Ezilmiş insanlar arkalarına bakmazlar. Kötü kaderin kendilerini izlediğini iyi bilirler.” / (I.cilt-s. 76) 

Risk almadan yazmak mümkün mü?

Sonuçta anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğine inandığım, dünya edebiyatının başyapıtı ‘Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ şaheseri hakkında yazacağım. Eğer sürçü lisan eder de hak ettiği değeri veremezsem, affınıza sığınırım. Beş yıllık bir yazma emeğinin ürünü olan bu eser, 150 yıldır hemen her dile defalarca çevrilmiş; 200 sayfalık özetinden 1700 sayfalık tam metnine kadar milyonlarca basılmış, satılmış, okunmuş; filmi, dizisi, operası yapılmış, edebiyatsever herkesin baş tacı ettiği kitapların başında gelir. Yaklaşık bir ay arkadaşlık ettiğim, iki cilt ve 1700 sayfadan ibaret bu eserin hacmi büyük olunca, okuma yolculuğu da bundan nasibini alıyor elbette. Vatan şairimiz Namık Kemal’in de sürgünde ölmeden önce okuduğu son kitap olan bu dünya klasiğini, tadını çıkara çıkara okuduğumu belirtmeliyim. Amacım bir kitap özeti ya da çerçevesi çizmek değil, yarattığı duygu akışını anlatmak. *** Fransa’da imparatorluk-cumhuriyet paslaşmalarının yaşandığı 19. yüzyılda siyasetin ve toplumun ayrımcılığa tabi tuttuğu, yok saydığı, ezilmiş varoş insanlarının hikâyesi anlatılıyor. O günün sistem anlayışına romantizm akımının bir isyanı sayılan bu eser, hayatın eleğinden geçememiş, şekilsiz/anlamsız sefillik çamuruna terk edilmiş, bedelini kan ve cezayla ödeyen parıltısız gözlerin, renksiz ve cansız tenlerin sefaletinin destanı. Her şey genç bir adamın, -Gaziantep’te baklava çalan çocuk misali- aç yeğenleri için fırından ekmek çalması ve 5 yıl küreğe mahkûm olmasıyla başlıyor. Başına geleceği bile bile, -tüm mahkûmlar gibi- birkaç günlük özgürlük için yaptığı firar girişimlerine verilen cezalarla birlikte 19 yıl mahkûmiyet yaşıyor. Hapisten çıkınca, tek gördüğü ve bildiği şey olan kötülüğe başvurup iyilikle karşılık görünce, ruhunda müthiş bir kırılma yaşıyor ve iyilik dağıtan bir meleğe dönüşüyor. Eski bir hırsız, eski bir mahkûm olarak hayata dâhil olmuşken; hayatını farklı zamanlarda bir toplum önderi ve iyilik meleği Madeleine olarak, kendini küçük bir kızın hayatını değiştirmeye adamış bir baba/dede Fauchelevent olarak sürdüren; İçine bırakıldığı toplum tarafından dışlanarak daha ağır şekilde cezalandırılan; toplum izin vermediği için, bir türlü sabıkalı ruhunu özgürleştiremeyen Jean Valjean’ın trajik hayat hikâyesine tanıklık ediyoruz.

Beraberinde hayata karşı; sefaletin çaresizliğinde saçını, başını, dişini, kitabını, bedenini, ahlâkını, kişiliğini, hatta canını ortaya koymalarına rağmen, toplumun acımasız dişlileri arasında ezilmekten kurtulamayan insanların dramı… Sabıkalı ruhun asla özgürleşemeyeceğini, bedende taşınan damganın mutlaka bir yerlerde görünür olacağını gösteriyor; okuru ‘ruhunu bile değiştirebilen insanoğlu, kaderini değiştiremiyor’ gerçeğiyle baş başa bırakıyor. *** Satırlar arasında, insanı aşağılık bir mahlûka çeviren açlık ve şiddetin oluşturduğu sefaletin; sadece tanımını değil, resmini de, kaynağını da görmemek mümkün değil. İnsan kendini, bilinmeyen bir lağım labirentinin içinde, sefil hayata dâhil sefil bir insan olarak, ayakta kalma taktikleriyle doğru yolu ararken bulabiliyor. Birilerinin düşünce darlığına karşı, sefillerin engin düşünürlüğüne tanıklık ederken; sefalet denizinin suç, pişmanlık, ahlak, intikam, affetme, iyilik, itiraf, erdem, adalet ve vicdan dalgalarının zihnin sahillerini dövdüğünü hissedebiliyor insan. Karakterler arasındaki gelgitlerin yer aldığı duygulara hitap eden sayfalarda, vicdanları gözyaşına boğarak okurun sinir uçlarına kadar işleyen hüzün canlı kanlı hissedilebiliyor. *** Varlığı herhangi bir zamanda bir köşede belli belirsiz hissedilen, zamanı gelince ortaya çıkmayı bilen karakterleri ve olayların birbiriyle olan bağlantılarıyla aynı düzleme yayılmış farklı desenlerin uyumundan oluşan örümcek ağı ustalığında dâhiyane bir kurguya sahip. Tek eleştirilecek yanı, akışı frenleyen, okuma heyecanını azaltan, Hugo’nun düşünce dünyasından yansıyan açıklayıcı uzun makaleler/denemeler olabilir. Amacın, anlatılacak olay ya da kişilerin tarihsel, toplumsal, düşünsel alt yapısını oluşturmak, arka plandaki dekoru resimlemek olduğu anlaşılınca, bunlara da hoşgörüyle bakılabiliyor. Fazlasıyla detaylanan olay ve kişi analizleri, akıcı dili sayesinde sıkılmadan okunabiliyor. *** Bu eser hakkında sayfalar dolusu yazıldı ve yazılacaktır. Fazla söze gerek duymadan, her cümlesiyle insanı etkisi altına alan; Mutlaka okunması gereken bir eser diyerek noktalayayım. 

“Mutlu olmak korkunç bir şey! İnsan halinden nasıl da memnundur! Bunun kendisi için yeterli olduğuna nasıl da inanır! Yaşamın yanlış hedefi olan mutluluğa yönelirken, gerçek hedef olan sorumluluk nasıl da unutulur.” / (II. cilt-s.799)