“Yaşamın ağır yükü yüzlerde derin çizgiler oluşturmuştu. Neden gülmüyordu ki insanların yüzleri? Bunu bilmeyecek ne var, diye kendi kendimi yanıtlıyordum, geçim şartları, her geçen gün yaşam şartlarının ağırlaşması, şehrin karmaşası, yerinde sayan maaşlar, buna karşın artan giderler…” (s.59)
Paranın para, işlerin baştankara olduğu günleri yaşamaktayız toplumca.
İçilen suyun ayrı gitmediği dostluklar çok uzaklarda kaldı artık. Herkes içine çekildiği ayrı dünyalarda, mimarisini kendi oluşturduğu hayatın içinde, başına buyruk yaşamayı sürdürüyor.
Belli bir yaştan sonra, eğer kapısını çalan varsa mutlu oluyor insan.
Hayat insanı zorluyor.
Çaresizlik içinde yuvarlanıyor insanoğlu. Çok çaresiz hissedince de, hedefini tespit dahi edemeden, basıyor küfrü sağa sola.
Keşke küfürlerin yerini ciddi itiraz cümleleri alabilseydi. Keşke yaşadığı hayatın müsebbibi olanlara zamanında tepki konabilseydi.
Ve yine keşke, bu çamurlu dünyadan çıkış yolları aranabilseydi.
***
Uzun yıllar önce aynı kurumda çalışma şerefine ulaştığım, naif kişiliği ve beyefendiliği ile tanıdığın “Güngör Kibaroğlu”nu şair kimliğiyle bilirdim hep.
Birkaç da şiir kitabını okumuştum. Nasıl olduysa, elime kendisinin bu kitabı da geçiverdi.
“Kapıyı Çalan Kimdir?”
Açıp da bakınca biraz da şaşırmadım dersem yalan olur. Şaşırdım. Zira herkesi kucaklayabilen sıcacık mini hikâyelerden oluşan bu kitap, edebiyatın her alanında sahip olduğu birikimiyle tanıdığım ve takdir ettiğim arkadaşım Güngör Kibaroğlu’na çok yakışmıştı.
Aslen Osmanlının kurulduğu toprakların çocuğu olan Güngör Kibaroğlu, yurdumuzun birçok değişik yöresinde milletimize yüzlerce öğrenci yetiştirerek hizmet verdikten sonra şiirleri ve öyküleriyle sarmalanmış hayatını Eskişehir’de sürdürmektedir. Şiir ve öykü kitaplarıyla Eskişehir’in edebiyat havuzuna esin suyunu akıtmaya devam etmektedir.
Bir edebiyat neferi olarak en önemli silahı kalemdir yazarların. O kalemlerin sayfalara neleri dökeceğini kimse bilemez.
Kibaroğlu’nun kalemi insanı ve insan hayatına dair kesitleri dökmüş beyaz sayfalara.
***
Sıradan yaşanmışlıkları, ortaya karışık misali anlık kareler ya da kısacık filmler halinde sunmuş yazarımız.
Satırlar arasından sıradan hayatların içindeki farklı sesler, farklı renkler göz kırpıyor okuruna.
İnsan ruhuna dokunan, kimisi yaşanmış, kimisi kurgu olan sıcacık kısa hikâyelerinde; acılarla kahrolan, iyiliklerle gururlanan, mutlulukla kahkahalara boğulan insanların yaşam-kesitlerini sunuyor bizlere. Acısını yüreğine akıtan, sevincini sevdikleriyle paylaşmayı bilen, kurduğu hayal dünyasında taşıdıklarıyla bugüne dayanabilmiş, yarın için umut dolu insanlarla tanıştırıyor bizleri.
Kırsaldaki fabrika emekçileri, hayatta kendine yer arayan genç mühendisler, kenarlarından ışık sızan gelecek kapısını aralayabilmek için çabalayan öğrenciler, evlatlarının geleceğini inşa edebilmek için işçi pazarında iş kovalayan babalar, dertlilerin derdine deva olmaya çalışan iyi insanlar;
En acısı da kazalar, ambulanslar, hastalıklar, yoğun bakımlar ve acı ölümler; hep ölümler, hep ölümler;
Ve çocuklar, çocukların tertemiz dünyası…
Nasıl fotoğraflar ama?
Eğer hayatın içinden değişik zaman ve ortamlardan görüntülerin, 136 sayfadaki 41 kısa öykülerle, kalemle kâğıda nasıl dökülebildiği anlamak isterseniz mutlaka okuyun derim.
***
“Babam ne zaman gelecek anne? Hani bana patlayan şeker getirecekti, neden gelmiyor babam anne?
Anne yutkundu, boğazına bir şeyler düğümlendi. Gözü konsolun üzerindeki aile fotoğrafına ilişti. Üniforması içinde eşi mutlulukla gülümsüyordu.” (s.93)