Yemek, tarihsel ve kültürel bağlamda sadece bir bedensel ihtiyaç olmanın ötesinde, sosyal bir ritüel olarak şekillendi. Geçmişte, sofralar, sadece beslenme alanları değil, aynı zamanda toplumsal ahlakın, saygının ve edebin en yoğun şekilde hissedildiği yerlerdi. Yemek yemek, “ayıptır söylemesi” diye başlayan, neredeyse mahrem bir eylemdi.
Yemeğin ne zaman, nasıl ve kiminle yenileceği, adeta bir toplumsal kod olarak şekillendi. Yemek paylaşmanın, onu bir başkasıyla birlikte tatmanın, hatta komşuya kokmaması için yemeklerin gizli yapılmasının önemi vurgulandı.
Ancak, günümüzde sosyal medya ile birlikte bu geleneksel anlayış büyük bir dönüşüm geçirdi. Artık, sofralar sadece fiziksel bir ihtiyaç olarak değil, aynı zamanda bir gösteri aracına dönüştü. Yediklerimiz, içtiklerimiz bir kimlik beyanına, toplumsal onay arayışına dönüştü. Özellikle paylaşılan yemek fotoğrafları, çoğu zaman bir tür sosyal statü simgesine dönüştü. Kahvaltı masaları, Türk kahvesi fincanları, hatta bir dilim kek bile, “ben de varım, ben de önemliyim” demek için kullanılan araçlar oldu. Peki, bu değişim bize neyi anlatıyor? Yemek, aslında bir rahatlama, bir tatmin arayışı değil mi?
Sosyal medyanın yarattığı kültürle birlikte, “yemek yemek” sadece bedensel bir doyum olmaktan çıktı, ruhsal bir doyuma dönüştü. Ne zaman bir tabak paylaşılmak istense, ardında bir duygu, bir hikâye yatıyor. Kimi zaman, yediğimiz bir dilim pastanın arkasında “ben değerliyim, beni fark edin” duygusu yatıyor. Kimimiz için o ünlü restoranın kapısından içeri girmek, sadece lezzetli bir yemek değil, aynı zamanda topluma “ben başardım, artık değerliyim” mesajını vermek anlamına geliyor. Bu bir tür onay arayışıdır; takdir edilme isteğidir. Yediklerimiz, içtiklerimiz, paylaştıklarımız, birer övgü beklentisiyle şekillenir.
Ancak, asıl soru şu: Bu sürekli onay arayışı, içsel bir boşluğu, kaybolmuş bir duyguyu mu dolduruyor? Birçok insanın, yediği bir yemeği paylaşırken asıl amacının, ruhsal açlıklarını gidermek olduğunu anlamak zor değil. Belki de hepimizin içinde, bir şekilde tatmin olmamış, fark edilmemiş bir çocuk var. Çocukluğunda yeterince sevilmediğini, takdir edilmediğini düşünen her birey, bir şekilde bu eksikliği, sosyal medya aracılığıyla telafi etmeye çalışıyor. Paylaşılan yemekler, yemek sofralarındaki detaylar, aslında bir çığlığa dönüşüyor: “Beni de sevin, beni de fark edin!”
Yemek, sadece bir fiziksel ihtiyaç değil, duygusal bir yansıma olmaya başladı. Sofralar, insanın içsel dünyasını yansıtan birer aynaya dönüştü. Yediğimiz her şey, aslında içsel bir boşluğu, sevgi arzusunu ve takdir edilme isteğini ifade ediyor. Fakat bir gerçeği unutmamak gerek: Ne kadar paylaşırsak paylaşalım, içsel doyum, başkalarından aldığımız onaya değil, kendi içsel huzurumuza dayanır.
Sevgiyle kalın...