Bir sabah uyandım, dünya bambaşkaydı. Sokaklarda, alışık olduğum telaşın yerini bir tuhaflık almıştı. İnsanlar hızla yürürken, bir yanda trafik ışıklarına yetişmeye çalışmıyor, diğer yanda telefonlarına göz ucuyla bakarak adım atmıyorlardı. İlk başta anlam veremedim, sonra fark ettim ki kimse acele etmiyordu. Hiçbir yerde o alıştığımız sinirli kornalar yoktu. İnsanlar birbirine bağırmıyordu, ellerinde telefonlar da görünmüyordu. Herkes, olması gerektiği gibi, insandı.
Markete girdim. Kasadaki genç, bir an için gözlerime bakarak “Günaydın, nasılsınız?” dedi. Nasılsınız… Cümlesi kulağımda yankılandı. O kadar uzun zamandır duymadığım bir kelimeydi ki, o kadar basit ama bir o kadar da kaybolmuş bir şeydi. “Nasılsınız?...” Son kez ne zaman birine sormuştum? Ya da birine bu şekilde cevap vermiştim? O kadar uzun bir zaman geçmişti ki, bu basit kelimenin yaşamlarımızdan kaybolduğunun farkına varmak bile tüylerimi ürpertti. Hangi yüzyılda terk etmiştik biz bu cümleyi? Bunu unutmuş olmalıydık… Ne zaman oldu, nasıl oldu?
Dışarı çıktım. Caddelerde yürürken, insanlar birbirini tanımıyor olsalar da selam veriyorlardı. Sokak köşelerinde yaşlı bir adam gitarını çalarken, gençler durup dinliyor, zamanı unutarak birbirlerine gülümsüyorlardı. Metroda, oturacak yer bulamayan yaşlıya, bir genç yerini veriyordu. Bu şehirde sanki bir şeyler tersine dönmüştü. Hiçbir şeyin aceleye getirilmediği, her şeyin anı yakalayarak yaşandığı bir dünya vardı. Fakat bir şey daha vardı: Saatler yoktu. Caddelerdeki tabelalardaki sayılar, zamanı ölçen her şey kaybolmuş gibiydi. İnsanlar, nehrin akışını izlerken saatlere takılmıyorlardı. Zamanı unuttukları için mi yoktu, yoksa zamanı ortadan kaldıran bir devrim mi gerçekleşmişti? Gerçekten mi? Yoksa… Bu devrim, bizim gözlerimizi açtığımızda fark ettiğimiz, içimizde var olan bir şey miydi?
Ama asıl şok öğleden sonra geldi. Televizyonu açtım, ama ilk başta yanlış kanala bastığımı düşündüm. Ekranda geleneksel haberler yoktu. Ekonomik krizler, savaşlar, skandallar, suç haberleri… hiçbirisi yoktu. Sunucu gülümsüyor, gözlerinde bir samimiyet vardı. “Bugün 6 milyon ağaç dikildi ve 1 milyon hayvan kurtarıldı” diyordu. Gözlerim büyüdü, birden donakaldım. Duyduğum cümle, yaşadığımız zamanla hiçbir şekilde uyuşmuyordu. İçimden bir şeyler kıpırdamaya başladı. Spikerin sesi… O da farklıydı. Sahte bir sunum havası yoktu. Adam gerçekten içinden gelerek konuşuyordu. “İnsanlar birbirini ezmeden, kandırmadan, köşeye sıkıştırmadan yaşayabiliyormuş demek ki…” Bu düşünce kalbimi sarmaya başladı.
Düşünmeye başladım. Ne olmuştu da böyle oldu? Bir yerlerde büyük bir devrim mi yaşandı, bizim haberimiz mi yoktu? Yıllarca hızla gittiğimiz bu yolda bir şey eksik miydi? Ya da aslında biz hep böyle miydik, ama yanlış bir dünyada mı yaşıyorduk? Yalnızca fark edemedik, kabul edemedik mi?
O sırada biri omzuma dokundu. Döndüm. Bir kadın, gözlerinde bir ışık ve gülümsemesiyle şöyle dedi:
“Şaşırdın, değil mi?”
Başımı salladım. Cevap verecek kelime bulamadım.
“Çünkü biz, yıllarca başka bir hikâyeye inandırıldık. Bize hep, ‘Dünya böyle,’ dediler. ‘İnsan bencildir, açgözlüdür, yarışmak, savaşmak zorundadır, hayat bir yarış, kazan ya da kaybol’ dediler. Ve biz de buna inandık. Ama o hikâye bir yalandı. İnsan doğduğunda ne para ne unvan ne de rekabet bilirdi. Sevgiyle başlar. Sonra bize unuttururlar. Ama biz… biz hatırladık.”
Hatırlamak… Ne garip bir kelime. Kaybolan bir şeyin değil, aslında hep içimizde var olan bir şeyin farkına varmamızı anlatan bir kelime. Fakat ne zaman kaybolduğunu bile bilmiyoruz.
O gün anladım ki, ütopik bir dünya… aslında hepimizdeydi. Ama biz buna “ütopik” diyerek kendimizi avuttuk. Çünkü doğruyu hatırlamak zordu. O doğru hikâye vardı ama… zor geliyordu. İnsanlar sadece yaşamak istediklerinde, doğruyu bulduklarında, birbirlerine gülümseme verebildiklerinde, birilerinin felaketini alkışlamadıkları, bir başkasının acısına duyarsız kalmadıkları zaman gerçek dünyaya uyanırlar. Ama biz ne yaptık? Bizi hep yanlış şeylere inandırdılar.
Bize, bu dünyada sadece daha fazla para kazanmanın, daha çok rekabet etmenin, daha fazla “kimseyi yenmenin” en büyük başarı olduğunu söylediler. Toplumlar, devletler, sistemler, bize hep başka bir gerçeklik dayattı. Para, güç, prestij… Onların peşinden gitmek zorundaymışız gibi hissettik. Ama belki de doğru olan, bu çılgın koşuyu bırakıp, var olmanın kendisini öğrenmekti. Zamanı durdurmak ve yalnızca varlıkta kalmak…
Ama belki de aslında yapmamız gereken tek şey, bu düzene katılmamaktı. O hep “daha fazlasını” istedikçe, aslında hep “daha azına” ihtiyacımız vardı. Çünkü o yanlış hikâyeyi terk ettiğimizde, gerçek dünya açığa çıkacaktı.
Kim bilir, belki bir gün hepimiz gerçekten uyanırız. Belki de bu yazıyı okuduktan sonra ilk adımı sen atarsın...
Sevgiyle Kalın...