“Borular çalabilir, savaş türküleri duyulabilir, kuzeyden ürkütücü haberler gelebilirdi, bir tek bunlarla kalsa Drogo yine de kaleden giderdi; ama şimdiden alışkanlıkların uyuşukluğunu, askerlere özgü kibri, her günkü duvarlara karşı duyulan evcil bir aşkı duyumsamaya başlamıştı.” (s.71)

Yalnızlık…

En çok da bir yakının cenaze töreninde, birisiyle sürtüşme yaşadığımızda, sevdiklerimizden ayrıldığımızda, beklemediğimiz, ummadığımız durumlar karşısında yüreğimizin sesini dinleyince en derin şekilde yaşadığımız duygudur. Öyle ki,  çektiğimiz acının bir kısmını sadece bize ait ve bize özel olduğundan paylaşabilme olanağı bulamadığımızdan, yakınımızdaki kimselerden çare aramayı da düşünemiyoruz.

Ve anlıyoruz ki, yalnızız, hem de yapayalnız.

Her ne kadar kalabalıklar içinde yaşasak da, ruhumuzdaki yalnızlık ömür boyu sürüyor. İlişki halinde olduğumuz, günlük hayatın çeşitli alanlarında sık sık karşılaştığımız tanıdık veya tanımadık insana rağmen yüreğimizdeki kocaman boşluğu, uçsuz bucaksız yalnızlık duygusunu bir türlü söküp atamıyoruz.

Bir gün, bir ay, hatta yıllar boyu hep bir bekleyiş, bir umut ediş yaşamaya başlıyoruz. Umut ettiğimiz, hayalini kurduğumuz ve iple çekmeye başladığımız günün gelme olasılığı, ruhumuza kutlu bir gün olarak yerleşiyor. Aylar, yıllar geçiyor o kutlu günün bekleyişiyle. O gün bir türlü gelmiyor ve biz yine de beklemeyi sürdürüyoruz.

“Ya, gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsak…”

Ya o kutlu saydığımız gün hiç gelmeyecekse?

***

"Belirli bir zamanda, arkamızda bir kapı kapanır ve bir şimşek hızıyla kilitlenir; geri dönecek zaman kalmamıştır."

Öyleyse yaşarken hayatımızda değişiklik yapmaktan, bugüne kadar yaşadıklarımızın kölesi olmadan ve alışkanlıklarımızdan vazgeçmekten korkmamalıyız.

Çünkü ruhumuzda oluşturduğumuz alışkanlıklarımız ve geri dönemediğimiz kararlarımız, biz fark etmeden öylesine büyür ve vazgeçilmez olur ki, bir gün bir bakmışız hayatımızın sonuna gelmişiz ve elimizde hiçbir şey yok...

Bu durumu en iyi anlatan yine kitaptaki cümlelerdir.

“Bir sayfa, böylece, yavaşça çevrildi ve tüketilmiş günlere eklenerek öbür tarafa geçti, şimdilik biriken sayfalar ince bir cilt oluşturmakta ama buna karşılık kalan sayfalar bitmek bilmez bir hacim sunmaktadır. Ama yine de biten bir sayfadır, teğmenim, yani yaşamın bir parçası.”

***

Alırken, soyumun adını taşıması ve sadece ilgimi çektiği için listeme eklediğim rastgele kitaplardan biriydi. Ayrıca romanın filme de alındığını, -başrol olmasa da- gençlik idolüm Giuliano Gemma'nın da oynadığını öğrenince daha da ilgimi çekti.

Bu sayede gazeteci, yazar, ressam, şair “Dino Buzzati” ve İtalyan edebiyatının kült eserlerinden biri olan “Tatar Çölü” (Il Deserto dei Tartari) romanıyla tanışmış oldum.

Tatar Çölü, yalnızlığın, yanlış tercihlerin, alışmanın, vazgeçememenin, beklemenin, umut etmenin, acı çekmenin, özlemenin, yaşamın, ölümün kitabı...

Kısacası insan hayatı içerisinde yer alan en gerçek duyguların kitabı.

***

Romanda askeri okuldan mezun olunca, kısa bir süreliğine gittiği Bastiani Kalesi'nde bir ömür geçiren Giovanni Drogo'nun izini sürüyoruz.

Bilinmezlikle dolu, bir gün Tatarların oradan saldıracağı efsanesine inanılan Tatar Çölü ve yanındaki eski ve gözden çıkarılmış Bastiani Kalesi dekoru içinde...

Anlatılan o kadar az yer ve nesne var, o kadar “hiçbir şey” olmuyor ki...

Herkesin neredeyse varoluşunun amacı olmuş bir savaşı, umutla ve inatla süren bekleyişi, kaledeki boğucu düzeni iç sıkıntısı çekmeden okumak mümkün değil.

Bu dingin ve sıradanlığın alışkanlığa dönüştüğü hayat, kitabı okuduğum süre boyunca hep benimle gezdi sanki.

“Ha bir şey oldu, ha olacak!” derken, finalde “uygunsuz bir hareket çeker gibi” (!) bitiverdi.

***

Efsunlu bir dille yazılan romanı okurken, arka planda hüzünlü bir şarkı çalıyormuşçasına, yoğun ve gerçekçi bir yalnızlığı, bekleme hissini, hayal kırıklığını, hüzünlü anılarını yüreğinizde hissetmeye hazırsanız, buyurun!

Yavaş ilerleyen, hareketsiz kurgusuna rağmen, zihinsel bir uyarılma yaratarak alışkanlıklarımızı, beklentilerimizi, değerlerimizi sorgulamamıza neden olan, yoğun ve gerçekçi bir şekilde yalnızlık hissi ile bekleme hissini okura geçirebilen oldukça etkili bir kitap bu.

Sade, yalın, temposuz anlatımı okurken insanı sıksa da; yine de kesinlikle bitmesine üzüldüğüm kitaplardan biri değildi.

***

"... sonuçta dünyada yapayalnızdı ve onu kendisinden başka sevecek kimse yoktu." (s.227)