“…seçimlerimizi biz kendimiz yapmadık, bizim yerimize hep Tarih kendi seçti.” (s.42)

Tarihin ve aşkın iç içe geçtiği, klasik roman tekniğiyle yazılmış “Doğu’nun Limanları”nı, “geleceği kuran, geçmişe dönük özlemlerden başka bir şey değildir” duygusuyla elime almıştım.

Doğrusu bu ya, İsyan Kitapdar’la tarih içinde bir yolculuğa çıkacağımızı biliyor ama birlikte uğrayacağımız limanlardaki renkliliğin, ancak ince dokunmuş tarih örtüsü altından görülebilen Doğu-Batı çatışmasını, satırlar arasına bu kadar net resmedilebileceğini düşünmemiştim.

Avrupa’yla Doğu’nun, dillerin ve dinlerin tanışma noktası olarak seçtiği coğrafyada Doğu Limanları aracılığıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki etnik çatışma ve çözülmeyi de okura bu kadar incelikle hissettirebileceğini aklıma bile getirmemiştim.

Gerisinde Doğu Akdeniz’in geçiş zamanlarının yattığı çatışma fotoğrafının en görünür yerlerine aidiyet ve kimlik sorunları, sürgün ve gurbet hikâyeleri göze batarcasına koyulmuş;

Çerçeve içine aşk, dostluk, hüzün, ayrılık, korku, öfke, inanç, din, kendini arama, sorgulama gibi kavram ve duyguların yanı sıra; bölge tarihi, Türk-Ermeni ilişkileri, Arap-İsrail ilişkileri, yaşanan savaşlar da birer fon olarak ustaca yerleştirilmiş.

Doğu Akdeniz’in ana mekân, Osmanlı İmparatorluğu’nun geçmişte kalan sis olarak kurgulandığı romanın konusu tarihten ama kurgusu sanki şimdi zamandan gibi.

***

1949 yılında Lübnan’da doğan, ekonomi ve toplumbilim eğitimi aldıktan sonra gazetecilik yapan, 1976’dan itibaren Fransa’ya yerleşen ve eserlerini Fransızca olarak kaleme alan “Amin Maalouf” Türk okuyucusunun bildiği bir yazardır.

“Amin Maalouf” için “Doğu” bir yön değil; Doğu Akdeniz’dir. Genelde Doğu Akdeniz, özelde Lübnan, her kökten insanın yan yana yaşadığı ve dillerin birbirine karıştığı bir coğrafyadır.

Maalouf da eserlerinde zıtlıkları anlatırken uzlaşmadan, barıştan yana olduğunu hissettirir ve okurlarını  “kültürler farklıdır ama insanlar anlaşabilir” anlayışına taşımaya çalışır.

***

Tahttan indirilen padişah babanın intiharıyla aklını yitiren Osmanlı prensesini Adana’ya götürerek tedavisiyle ilgilenen Acem Doktor Kitabdar’la evlenmesi ve şehzade unvanlı isyankâr karakterli bir oğlunun olmasıyla başlıyor öykü.

6 Nisan 1915 olaylarından sonra arkadaşı Ermeni Nubar ile Lübnan’a taşınır ve Nubar’ın kızı Sesil’le evlenir. Bir kız iki oğlan doğuran Sesil, son doğumunda hayatını kaybeder.

Oğullardan büyüğüne babası tarafından İsyan adı verilmiştir. Kitaptaki olaylar da onun hayatına bağlı olarak gelişir ve baştan sona İsyan Kitabdar’ın hikâyesidir. Aslında hikâyeyi 1948’den önce ve sonra, ilk 29 yıl ve sonraki tımarhanedeki 28 yıl olarak ayırmakta yarar var.

Tıp okumak için Fransa’ya giden İsyan, çıkan 2. Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerine katılır ve Bakü adıyla kahramanlaşır. Bu dönemde Yahudi kızı Clara ile tanışır ve sever.

İsyan Kitapdar, eğitimini yarım bırakarak Beyrut’a dönerken, Clara da İsrail’e, Hayfa’ya döner. Bir süre sonra Clara ile evlenir ve bu evlilikten hiç göremediği kızları Nadya doğar. Nedeni de Arap-Yahudi savaşı yolları kapamış, ulaşımı engellemiştir. Beyrut ile Hayfa birbirine hem yakın, hem de uzak iki kent olarak tanımlanır kitapta.

Düştüğü durum İsyan’ın psikolojik sorunlar yaşamasına, biraz da kardeşinin itmesiyle tımarhaneye yerleştirilmesine neden olur. Uzun yıllar sonra tam da intihar etmeyi düşünürken, kendisini öğrenip gizlice ziyaretine gelen kızı Nadya’yı fark edince yeniden hayata tutunur.

Savaşın bu coğrafyaya da sıçraması nedeniyle kaldığı tımarhane sahipsiz kalınca kaçar ve Fransa’ya ulaşır. Eski dostları aracılığıyla Clara’nın adresini bulur, mektup yazar, başından geçenleri anlatır.

Yıllar önce buluştukları limanda ona randevu verir. Buluşma günü gelir ve…

***

Romanın taşıdığı duygu baştan sona aidiyetlere ve insan ayrımına isyandır.

Barıştan, uzlaşmadan yana tavır koyan yazar, roman boyunca kimliklerin ne kadar ölümcül hale geldiğini göstermeye çalışır ve kahramanlarını da sürekli aidiyetleri aşmaya çalışan, insanların kimlikleri ne olursa olsun hepsini kardeş olarak gören kişiler (Ermeni-Türk dostluğu, Yahudi-Müslüman evliliği, Mahmut-Stefan Dayı vs.) olarak seçmeyi tercih eder.

Yazara göre, insanlar tek bir aidiyette kaybolarak kendilerinin birer dünyalı olduğunu unutmamalı ve ona göre yaşamalı. İnsanların zorlukları bir şekilde aşmak isteyince aşabildiğini ve nihayetinde engellerin engel olmaktan çıktığı gerçeğini göstermektedir.

Bu tarihî roman büyük bir sevginin yanı sıra, bir başkasına ve de insanlığa duyulan sevginin romanı olarak da tanımlanabilir.

***

Herkes için hikâyeleri olan Maalouf’un romanları masalımsı, destansı ögeler taşır.

Amin Maalouf yalın ve güçlü anlatımıyla okuyucuyu yormaz. Bu özelliği kimilerine göre iyi bir şeydir, kimilerine göre değildir.

Ama bu Doğu’nun Limanları’nın kolay okunabilen, okuyucuyu sıkmayan ama merak uyandıran bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmez.

Bazıları bu romanı Doğu’da kahraman olma ve unutulmanın basitliğini anlatan bir kitap olarak görünce, yazarın bu bakışa verdiği “herkes anlayabildiği kadarını yaşar, anlayamadığı şeyleri ise umursamadan ölüp gider” şeklindeki karşılık da okurlarınca beğeni kazanmıştır.

Sonuçta her roman; okuru, yazarı, romandaki kişileri birleştirir.

***

Her milletten insanın Doğu’nun limanlarında yan yana yaşadığı, dillerin birbirine karıştığı o çağ, eski zamanların bulanık bir anısı mıdır? Yoksa geleceğin bir belirtisi midir? Bu rüyaya sıkı sıkı sarılmış olanlar geçmişten kopamayanlar mıdır, yoksa gönül gözüyle geleceği görenler mi? Buna cevap vermeye gücüm yetmez. Ama babam, işte buna inanıyordu. Bir Türk ile bir Ermeni’nin gene kardeş olabileceği, sepya rengi bir dünyaya.” (s.36)