"Salih'in Bir Anda Biten Hikayesi" ve "Zihnimdekiler" adlı romanları ile dikkatleri üzerine çeken Modern Çağ Edebiyatının Barış Çağına Göz Kırpan Yazarı Hüseyin Sezer, Haberes Dergisi'ne konuk oldu.
Yazıişleri Müdürümüz Ayça Ballı ile gerçekleştirdiği keyifli söyleşide Sezer, edebiyatın iyileştirme değil, insanı düşündürme potansiyeline vurgu yaptı. Hüseyin Sezer; "Edebiyat iyileştirmez. Edebiyat iyi gelir ve muhatabını rahatsız eder. Edebiyat insana kendini sorgulama kapısı açar ve insanın aklını bulandırır. Yani edebiyat sudur ve muhatabını bulursa akar gider” dedi.
Merhaba Hüseyin Sezer, röportajımıza hoş geldiniz. Sizi okurlarımıza daha yakından tanıtmak ve eserlerinizdeki derinliği keşfetmek için buradayız. Röportajımıza başlamadan önce, bize kendinizden biraz bahseder misiniz?
1991 Sivas doğumluyum. İstanbul’da yaşıyorum. Yazarım. Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV-Sinema Bölümünden mezun oldum. Lise birinci sınıfta verdiğim yazar olma kararı ile elimden kalemini hiç düşürmedim. O gün bugün yazıyorum. Yayımlanan üç eserim bulunmakta. İlk kitaptan bu vakte kadar birçok dergide, fanzinde öyküler kaleme aldım, almaktayım. Yazın alanında emek vermeye devam ediyorum. Çünkü edebiyat benim için bir okjijen alanı.
Lisede yazar olmaya karar verdim dediniz. Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Bu süreçten biraz bahseder misiniz?
Bir söz var. Şöyle diyor: Bir kitap okudum hayatım değişti. Benim yazarlığa başlamam böyle oldu. Bir kitap okudum ve ‘Ben yazar olacağım!’ dedim. Şimdi diyeceksiniz ki, hangi kitap? Dostoyevski’nin “Timsah” adlı yarım kalmış olan öykü kitabı. Yazar öyküsünü döneminin önemli bir dergisinde yazarken dergi kapanır. Akabinde Sibirya’ya sürgün olur. Ve öykü yarım kalır. Bunu okuduğumda timsahın içindeki adam beni rahatsız etti. Onu oradan çıkarmalı ya da tamamen orada bırakmalıydım. Bir son yazmalıydım. Böyle hissediyordum. Böylece ilk defa kalemi elime alıp o kitaba bir son yazdım. Sonra yazar olmaya karar verdim. Bu olayı ve bu kararımı lisede edebiyat öğretmenime açtım. Bana tavsiyeler Verdi. Tavsiyelerine uydum, yazmaya başladım. Bu bakımdan şunu demek isterim: Dostoyevski’nin Timsah’ından çıkmış bir yazarım.
Salih’in Bir Anda Biten hikayesi ve Zihnimdekiler adlı iki romanınızı da okudum. Salih’in Bir Anda Biten Hikayesi eserinizin ortaya çıkışındaki ilk fikir nasıl doğdu ve eserin ortaya çıkış hikayesinden biraz bahseder misiniz?
Aslında benim niyetim bir distopya roman yazmaktı. TRT Çukurova’da staj yaparken Mersin İdman Yurdu-Beşiktaş maçı vardı. Stat yeni bir stattı ve ilk maç olacaktı. TRT ekibi ses kontrolleri için stada gidecekti. Beni de götürdüler. Yolda bir firma aracı makas atıyordu. Bu her gün şahit olduğumuz, haberlerde izlediğimiz bir olayın küçük bir parçasıydı. O kadar aşina olmuştuk ki normal gibiydi. Oysa Önder Abi çok sinirlendi. “Ya kardeşim böyle araç mı kullanılır. Altında bir kurum aracı var yaptığına bak. Böylesini trafiğe çıkarmayacaksın. Araçları, insanları denetlemek gerekiyor. Tak kardeşim bir çip herkes nizama uysun.” diye söylenmeye başladı. Ben bu olaya hiçbir zaman böyle bakmamıştım. Belki de hiç kimse böyle bakmamıştı. Zihnim bulandı. Kaldı ki, çoğu firma zaten aracına çip takarak personel takibi yapıyordu. O an Önder abinin tepkisi bende bir ufuk açtı. Böylece bir distopya yazmayı düşündüm. Yasa olayıyla kitap başladı. Lakin ilerlemiyordu. Sonra Salih ile tanıştım. Bana hikayesini anlattı. İlgimi çekti. Yazmaya değerdi. Derken benim yaşadığım birtakım olaylar, aklımı kurcalayan bazı düşünceler de vardı. Böylece ortaya Salih ile Mina’nın hikayesi etrafında gelişen bir hikâye çıktı.
“Salih’in Bir Anda Biten Hikayesi” adlı eseriniz, toplumsal normlar, özgürlük, adalet gibi evrensel temalar üzerine güçlü bir eleştiri sunuyor. Bu temaları seçme motivasyonunuz nedir?
Dershanede bir hocam şöyle dedi: “Hüseyin gazeteci olursan okulu bitiremeden içeri girersin. Senin değişik bir kafan var. Ortama uyum sağlayamayan, haksızlığa gelemeyen birisin. Maazallah daha mesleğini eline almadan kendini içeride bulursun. Gel sen Radyo TV Sinema seç. Hem bak yazıyorsun. Yazman da gelişir.”
Dediğini yaptım. Fakat gazetecilik içimde hep ukde kaldı. Uğur Mumcu ve Metin Göktepe hayranı idim. Ayrıca, az evvel dediğim gibi, ben bir distopya roman yazmak niyetindeydim. Toplumsal bir eser yaratmak istiyordum. Fakat buna nasıl başlayacağımı, neyi konu edineceğimi bilmiyordum. Daha da hazin olanı konuyu nasıl işleyeceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Ta ki o gün trafikte yaşanan o olaya kadar… O olay gibi birçok olayı artık kanıksar olduk. Ne yazık ki! O gün öyle olmadığını gördüm. Birileri arabasında da olsa bir tepki veriyordu. Bu harikulade idi. Ve kafamda işlenecek olan konu, tema oluştu. İşte tema en sonunda aklımı kurcalamaktan vaz geçip önüme geldi En önemlisi bir karakter oluştu. Özgürlük ve adaleti savunan, haksızlığa karşı gelen bir karakterdi. Uyumsuz Gazeteci Salih.
“Salih’in Bir Anda Biten Hikayesi “ve “Zihnindekiler” adlı eserlerinizi okumaktan çok keyif aldığımı belirtmek isterim. Romanlarınız, kitap okuma kültürü ile bağlantılı birçok tema içeriyor. Bu temaları işleme kararınızın arkasındaki düşünce sürecini paylaşabilir misiniz?
Her iki romanımda evden işe işten eve gidip gelen bir karakter yaratmak istemiyordum. Yarattığım karakterlerin entelektüel birikiminin olması gerekliydi. Okur bunu hissetmeliydi. Bu bakımdan iki romanımın karakterleri de edebiyatla da içli dışlılar. Hatırlarsanız Salih’in evde kaldığı sürelerde en yakın arkadaşı bir Dostoyevski karakteri olan Kumarbaz. Evdeki yalnızlığını bu şekilde manipüle ediyor. Akıl sağlığını onunla konuşarak koruyor ve yine onunla konuşarak kendi iç dünyasına daha çok yöneliyor, kendini sorguluyor. Zihnimdekiler‘de Serman okumaya ve yazmaya tutkulu, edebiyata aşık bir karakter. Öykü yazıyor. Poe, Kafka, Hugo biliyor. Her ikisi roman kahramanlarım da edebiyatın rahatsız ediciliğinden nasibini almış karakterler. Bu bakımdan edebiyat iyileştirmez. Edebiyat iyi gelir ve muhatabını rahatsız eder. Edebiyat insana kendini sorgulama kapısı açar ve insanın aklını bulandırır. Yani edebiyat sudur ve muhatabını bulursa akar gider. Karakterlerim edebiyatın rahatsız ediciliğine denk geldiler. İçinde bulundukları psikolojik durum da buna uygundu.
Sizin son romanınız olan “Zihnimdekiler” adlı eserinizden bahsedecek olursak, önceki eserlerinizden bu kitaba kadar yazma tarzınızda bir evrim yaşandı mı? Bu evrimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dilerseniz ilk kitaptan bakarak cevaplayayım. Ben “Özgür Kelebek”i yıllarca kendi eserim olarak görmedim, göremedim. Kitaptaki konu bir hayli güzel. Bunu kendimi övmek için demiyorum ama şunu da yıllarca diyemedim: Ben yazarım. O kadar güzel bir konuyu bu kadar kötü bir yazım tarzıyla anlatmak beni üzdü. Hep daha iyisini yazmak istedim. Dergilerde yazarak, okuduğum bölümde senaryo, tv ve radyo metinleri yazarak kendimi geliştirdim. Derken Salih’in hikayesi bende bir ufuk açtı. Adeta yeni bir yazım tekniği oluşturdum. Kendi yazım dünyamda devrimsel bir sürece girdim. Özellikle Salih’in Bir Anda Biten Hikayesi’ni okuyan herkesin kitapta “Oğuz Atay, Alman edebiyatı, Camus tadı alıyoruz.” demeleri harikulade bir duyguydu. Nihayet kendime ‘BEN YAZARIM’ diyebilir olmuştum. İşin özü Özgür Kelebek beni edebiyat dünyasının kapısından içeri sokan, Salih’in Bir Anda Biten Hikayesi ise bana ben yazarım dedirten eserimdi. Fakat yeni romanım Salih’in Bir Anda Biten Hikayesi’ni de aşmalıydı. Zihnimdekiler yazım tarzımı bir ileri seviyeye taşıyan, bana bu açıdan muhteşem bir evrim geçirten ve yazarken beni en çok zorlayan, en güçlü eserim.
“Zihnimdekiler” adlı romanınızın içeriğinden bahsedersek, romanınızda kadın cinayetleri konusunu ele aldınız. Eserinizdeki “Yazarın Notu” kısmında Özgecan Aslan cinayetinin Mersin’de gerçekleştiği dönemde, üniversite öğrencisi olduğunuzdan bahsediyorsunuz. Bu acı olayın, yazma sürecinizde ve romanınızın kurgusunda nasıl bir etkisi oldu? Kadın cinayetleri konusunu işlerken dikkate aldığınız sorumluluklar nelerdir?
Bu konu hem toplumsal hem de psikolojik olarak hassas bir konu. Yayımlamadığım bir roman yazmıştım. Orada Emel adlı karakterim haber için Adana ve Mersin’e gidiyordu. Oradaki gizem, bir kaçakçılığı çözmekti. Fakat hayatımda hiç Adana ve Mersin’i görmemiştim. İstanbul dışında gittiğim tek yer Sivas’tı. Mersin ve Adana’yı gezi yazıları okuyarak, internette arama yaparak, araştırarak anlatıyordum. Kader bu ya üniversiteyi kazandığım şehir Mersin oldu. Görmeden yazdığım romanımın şehrine gidecek ve orayı görerek, bilerek, yaşayarak anlatacaktım. Fakat romanda kadın cinayeti işlemek hafsalamın alamayacağı bir şeydi. Özgecan Aslan cinayeti beni aşırı sarstı. Üniversite öğrencisiydim. Aklım gitmişti. Yaşadığım, okuduğum, romanım için tanımaya çalıştığım bir şehirde bir kadın hayattan koparılmıştı. Böylece bilmediğim bir şehre dair bilmediğim bir konuyu anlatmaktan vaz geçtim. Kadın cinayetlerini konu edinecektim. Sorumluluğum büyüktü. Evvela bir annem ve kız kardeşim vardı. Hiçbir kadının şiddete uğraması, cinayete kurban gitmesi akıl alır gibi değil. Şiddetin, cinayetin kendisi akıl dışı. Konuyu işlerken oldukça titiz davranmalıydım. Yazdıktan sonra hemen yayımlayamadım. Çok kişiye okuttum. Geri dönüşler aldım. Eklemeler, çıkarmalar yaptım. Kırmadan, incitmeden, hakkıyla anlatmayı başarabilmeliydim. Okur dönüşleri bana şimdilerde bunu gösteriyor. Romanınızda, Adana Görüşmesi’ne vurgu yapmanız dikkat çekici. Bu tarihi olayı romanınıza dahil etme kararınızın arkasındaki düşünce nedir?
Adana-Mersin treninde çok defa gittim geldim. İki şehir arası tren yolculuğunu yazarken bir şeyi fark ettim. Kahramanımın gözünden bakmayı başarabilmeliydim. Yazar bazen kahramanın gözüyle de bakabilmeli. Derken ilk olarak kahramanımın tren yolculuğunda gördüğü bir görüntüden ağalık düzenine başkaldıran İnce Memed’e selam verdim. Sonra kahramanım bir şeyi daha gördü. Yenice Tren İstasyonu ve onun duvarlarını. Onun gözüyle o görüntüyü görünce kendi aklımla şunu düşündüm: Adana Görüşmesi’ne dair bize neler anlatıldı ve neler anlatılmadı? Görüşme yapılan yerin Yenice Tren İstasyonu olduğu neden söylenmedi. Adana’da bir tren istasyonunda İnönü ve Churchil görüştü dendi. İyi de burası rastgele mi seçildi? Neden oranın tam ismi verilmek istenmedi. Bu öğrenciyi sınava hazırlama anlayışının bir getirisi. Öğrenci, sınav için gerekli olanı bilsin ama fazlası önemli değil. Kahramanın gözüyle gördüğüm bu manzara bana kendi okul geçmişimi düşündürdü. İlk defa görüşmenin tam adını, yapıldığı yeri öğrenmiş ve görmüştüm. Romana almak istedim.
Romanınızda şehir seçimi, bir atmosfer oluşturmanın ötesinde sembolik bir anlam taşıyor gibi görünüyor. Romanınızın geçtiği mekanları seçerken nasıl bir atmosfer yaratmayı hedeflediniz? Mekanların hikayenizdeki rolü nedir?
Şehir seçimi dediğim gibi görmeden bilmeden olan bir seçimdi. Fakat üniversiteyi kazanıp Mersin’e geldikten sonra orayı gezmek, bilmek arzusu beni her geçen gün içine çekti. Anlatmak için mekanları görmeli o atmosferin havasını solumalıydım. Evvela anlatılan köy Sivas’taki kendi köyüm; Kızıl Taşlar, Orta Harman, dedemin tarla isimleri. Hepsi çocukluğumu simgeliyor. Kitaptaki tüm mekanlar benim için anlamlıydı. Fakat birisi bambaşka bir anlam taşıyordu. Hz. Muğdat Camii. Hz. Muğdat, İslam’da Hz. Ali’nin yolundan gittiğine inanılan, büyük saygı, sevgi duyulan önemli bir sahabedir. Asıl nokta şu ki, Hz. Muğdat haksızlığa karşı gelen, kendi hakkını savunan ve cinayet sonucu hayattan, bizlerden koparılan Hz. Ali’nin yolundan gidendi. Yaşadığım, okuduğum şehirde cinayetle bizlerden koparılan Hz. Ali’nin yanı başındaki sahabenin adını taşıyan bir cami vardı. Yaşadığım, okuduğum şehirde bir kadın cinayeti işlenmişti. Ben bir kadın cinayeti anlatıyordum. Okuru rahatsız etmeliydim. Bunun için Hz. Muğdat Camii sadece bir cami olmaktan çok daha fazlasıydı. Şehir için bile bundan fazlası.
Son olarak, okurlarınıza iletmek istediğiniz özel bir mesaj veya paylaşmak istediğiniz bir düşünce var mı?
M.Ö yaşamış olan şair Tibullus şöyle diyor: “Barış çağında ışıldar orak ve saban.” Ne orak kaldı ne de saban. İnsanlar kesici aletler yapmayı da uzak bir geçmişte bıraktı ama şiddete bambaşka aletlerle devam ediyor. Savaşlar çok canlar aldı. Tibullus barış çağına özlem duyan bir yazar. O yüzden ben edebiyata yönelen insanın kendini bulacağını ve daha anlayışlı, nazik, barışçıl olacağını düşünüyorum. Herkesin, okudum demek için değil, kendini geliştirmek ve insan olduğunu fark etmek için okumasını isterim.
Bu dediğiniz Modern Çağ Edebiyatında barış çağına göz kırpmak mıdır?
Bundan onur duyarım.