‘İki Gözüm Despina’, ‘Angeliki ile Mehmet’, ‘Bu Böyle Yarım Kalmayacak’ romanlarıyla mübadele döneminde yaşanan dramları gözler önüne seren Yazar Yasemin Özek, Haberes Dergisi'ne konuk oldu.
Haberes Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ayhan Aydıner, Eskişehir Rumeli Balkan Kültür ve Dayanışma Derneği’nin (ERBALDER) Eskişehir’de düzenlediği programa konuşmacı olarak katılan Yasemin Özek ile keyifli bir röportaj yaptı. Kendisi de bir mübadil torunu olan Yasemin Özek; “Mübadelede göç etmiş insanlar, ister burada ister orada… Aynı acıyı çektiler, aynı özlemi hissederek yaşamlarını noktaladılar. Özlemenin, sevmenin milliyeti olur mu hiç? Dilerim ki kültür zenginliğimizin farkında olarak, ötekileştirmeyi, etiketlemeyi, yargılamayı bir kenara bırakarak barıştan yana oluruz her zaman” dedi.
İlk romanınız ‘İki Gözüm Despina’ mübadele döneminin zor şartları altında bir yaşamı anlatıyor. Bir mübadil torunu olarak, mübadele döneminde yaşanan dramlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
“Bir bebeğin ilk nefesi kadar önemlidir bir insanın doğduğu ve büyüdüğü yer! İlki sana hayatta olduğunu öğretir, diğeri ise kim olduğunu!”
Roman bu cümlelerle başlıyor ve mübadeleyi yedi yaşındaki bir erkek çocuğunu gözünden anlatıyor. Ege’nin her iki yakasında yaklaşık iki milyon insan kendi arzuları dışında evlerinden, doğdukları topraklardan göç etmeye mecbur bırakıldı. Yepyeni bir ülkede, yepyeni bir yaşam… Müthiş bir dram. Düşünün; bir çiçeğin bile yerini değiştirdiğimizde, aynı odanın içinde olsa dahi yeni yerini beğenmeyip küsebiliyor, yapraklarını döküp solabiliyor. İki milyon insandan bahsediyoruz… Kök salabilmeleri mümkün mü? Ya da doğdukları toprakları unutabilmeleri… Müslüman, Ortodoks fark etmeksizin hepsi sadece evlerinden, köylerinden ayrılmadılar. Bu insanlar komşularını, dostlarını, daha da acısı aile büyüklerinin mezarlarını geride bıraktılar. Kimi doğduğu toprakları bir daha hiç göremedi, kimi bilmediği bir dilde yepyeni bir hayatta sessiz ve kavruk bir yaşam sürdü. Bunun acısını, kederini birkaç cümleyle anlatmak mümkün değil. Ama dilerim romanla birlikte bir kez daha hatırlatıp, aile büyüklerimizi anma fırsatını yakalamışımdır.
Romanın büyük kısmını Yunanistan’da yazdınız. Orada mübadele döneminin yansımaları nasıl?
Mübadeleyle birlikte Anadolu’dan Yunanistan’a giden kişi sayısı yaklaşık 1.5 milyon, dolayısıyla bugün bile Yunanistan’ın herhangi bir yerinde karşılaştığınız insanların büyük bir kısmı mübadil torunu… Olur da tanışıp sohbet ederseniz büyük bir çoğunluğunun “dedem Manisa’dandı, anneannem İzmir’dendi, Ayvalık’tandı” dediğini duyabilirsiniz. Bir keresinde ailesi Samsun’dan göç etmiş Yunan bir beyefendiyle konuşuyordum. Onun ailesi Selanik’e gitmiş, benim ailem de Selanik’ten Samsun’a. Samsun’un adını duyduğu gibi gözleri doldu. “Dedem oradandı, ben hiç gitmedim ama bir tuhaf olurum hep adını duyduğumda” dedi. Bunun gibi çok fazla anım var; Türk olduğumu duyunca ağlayarak sarılan mı dersiniz, anneannesinden hatırladığı eski bir türküyü Türkçe söylemeye çalışan mı? Müthiş anlar yaşadık, yaşıyoruz karşılıklı. Ama şunu net söyleyebilirim, tarifsiz bir özlem ve güçlü bir sevgi var.
Ayrıca iki halkın kardeşliğine, yüzyıllarca bir arada yaşamış iki toplumun yakınlığının hayli farkındalar. En az bizim kadar hatta çoğu zaman bizden de daha hassaslar mübadeleyle ilgili.
Kitabın başlangıcında mübadiller ile ilgili şöyle bir şey yazmıştım.
“İki din, bir dile sığmadı her iki yakada da. Ve biz göçmen kuşlar iki yakanın birinde ama sevdiklerimizin hep karşısında kaldık.”
Onlar da tam olarak böyle düşünüyorlar diyebilirim.
Angeliki ile Mehmet serisinin ikinci kitabı ‘Bu Böyle Yarım Kalmayacak’ geçtiğimiz ay okurlarıyla buluştu. Dönem hikayesi yazmayı seviyorsunuz. Türkiye’de mutlaka Angeliki-Mehmet aşkları yaşanmıştır. Beyoğlu’nun, herkesin hasretle andığı güzel zamanlarından 70’lerde geçen bir aşk hikâyesi ile yola çıktınız. O dönemi yazma fikri nasıl doğdu?
Anneannem Cihangir’de oturuyordu dolayısıyla çocukluğum Beyoğlu’nda geçti diyebilirim. 15 senedir de bizzat Beyoğlu’nda yaşıyorum. İstiklal Caddesi’ne her çıktığımda bir başka değerin yok olduğuna da üzülerek şahit oluyorum. Kıymetini bilemediğimiz o müthiş binaların her bir köşesinden bir yaşanmışlık kulağıma fısıldıyor gibi hissediyordum. Gerek çocukluğumda anneannemin anlattıkları gerek benim yıllar içerisinde şahit olduklarımı göz önünde bulundurunca Beyoğlu’nun, bir zamanlara ait çoklu yaşamını, kültür zenginliğini tarihe not düşmek istedim. Bir nevi Beyoğlu’na gönül borcu diyebilirim. Rum dostlarımızın giderek azalan sayısı da hayli can sıkıcı aslında. Birbirimize kattığımız çok fazla değer ve güzellik olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar bir arada yaşadığımızı anlatmak, Beyoğlu’nun eski halini göstermek istedim.
Böyle söyleyince romandaki her şey toz pembe sayılmasın… Rum kızı Angeliki ile Türk genci Mehmet’in aşkını anlatıyorum ama birbiriyle komşu olan iki ailenin çocuklarının evliliği söz konusu olunca nasıl da duygularının değişebildiğini de görüyoruz.
Sizin için Beyoğlu ne ifade ediyor? 70’li yılların aşkları günümüzde yaşanıyor mu?
Beyoğlu büyülü bir semt. Sevgimi, hayranlığımı tarif etmem zor. Bunca yangına, savaşa, kan donduran tarihi olaylarına rağmen ayakta kalmak için müthiş bir savaş veriyor. Beyoğlu sadece İstanbul’un değil tüm ülkenin dünyaya açılan yüzü bana kalırsa. Son yıllarda müthiş bir bozguna uğruyor, maalesef her geçen gün bir diğer güzelliği tarihe karışıyor ama benim yine de umudum var; Beyoğlu her türlü zorluğu atlatıp ayakta kalabildi. Dilerim bundan sonra da öyle olacak.
Günümüz aşklarına gelince… Duygular pek tabii aynıdır belki ama 70’li yılların naifliğini yakalamak zor. O zamanın imkânlarıyla şu anki tüketim çağının kıyasladığımızda aşk da dahil her şeyin daha hızlı tüketildiğini görüyoruz. Ev telefonunun bile üç yılda bağlanabildiği yıllarla bir tık’la dünyanın öbür ucuna görüntülü ulaştığımız bu dönemin aynı olması mümkün mü?
Angeliki- Mehmet aşkı Beyaz Perdede yer alacak mı? Veya Tv dizisi olacak mı?
Hem kitabın yazarı hem de dönem hikâyeleri seven bir seyirci olarak bunun gerçekleşmesini çok istiyorum. Dizi için bir dosya hazırladık, menajerim dijital platformlarla görüşmeler yapıyor. Maalesef ulusal kanallarda olması imkânsız ama dilerim bir gün dijital platformlarda izleriz.
Aynı zamanda senaryo yazarısınız. Romanlarınızda bunun olumlu etkisini görüyor musunuz?
Tabii ki… Senaryo yazarken görselliği öne çıkarmanız, atmosfer kurmanız çok önemli. Bir de tabii ki kurgu, bir senaryonun olmazsa olmazı. Kötü kurgulanmış bir hikâyeyi, güzel bir filme/diziye dönüştürmeniz neredeyse imkânsız. Yazdığım onlarca senaryodan öğrendiğim kurgu, hikâyenin matematiği, görsel zenginlikler ister istemez romana da yansıyor. Okurlarımdan kimi zaman “kitaplarınızı okurken bir film izliyor gibi hissediyorum” yorumları alıyorum. Sanırım bunu senaryo yazarlığıma borçluyum.
Geçtiğimiz sene mübadelenin 100.yılını anma programlarında başta Batı Trakya olmak üzere Yunanistan’ın çeşitli şehirlerinde söyleşi ve imza günleri düzenlediniz. 101’nci yılında Eskişehir’de de bu çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Bu konuda farkındalık oluşturmak için mi bu çalışmayı yapıyorsunuz?
Kesinlikle… Bugün ister Türkiye’de ister Yunanistan’da bir gezide karşılaştığınız birçok kişiyle benzer bir sohbet geçer; “dedem Selanikli, anneaneem Trabzonlu, Giritli, Ayvalıklı, Foçalı…” Yüzyıllarca bir arada yaşamış iki halktan bahsediyoruz ve bizler birbirleriyle iç içe geçmiş bu iki kültürün torunlarıyız… Maalesef çok kötü, çok acı şeyler yaşandı, çok kan aktı… Ama birbirine el verip dostça birbirinin hayatını kurtaran, yardımcı olan da sayısız insan oldu. Ben bunları aktarmak istedim. Mübadelenin sebeplerinden çok, mübadeleyi yaşamış insanların çektikleri acıları vurgulamak istedim. Maalesef zamanı geri alamayız ama büyüklerimizi hatırlayıp, onları anabiliriz. Birbirimizde büyüklerimizden miras kalmış çok fazla anı, çok fazla ortak yaşanmışlık var. Buna sahip çıkmalıyız. Ben bunun için elimden geleni yapmak istiyorum. Oradaki söyleşilerde de hep bunu konuşuyoruz. Bir yazar olarak üç romanımda da iki kültürün kardeşliğini görebilirsiniz… Çok farkımız olduğunu düşünmüyorum. Sadece ben, biz değil onlar da aynı fikirde.
Eskişehir’e daha önce geldiniz mi? Eskişehir’i nasıl buldunuz?
Eskişehir’e ilk gelişim. Çok istedim ama maalesef bir türlü fırsat olmamıştı. Sevgili ERBALDER’in davetiyle gelmek ise benim için çok kıymetli. Yunanistan’da onlarca söyleşi yaptım ama Türkiye’de mübadele konulu ve böylesine özenle hazırlanmış bir etkinliğe ilk kez davet ediliyorum. Dolayısıyla bundan sonra Eskişehir’in benim için anlamı bambaşka. Çok kıymetli… Buradan bir kez de sizin aracılığınızla Erbalder’e, Dernek Başkanı Sayın Neziha Bilen’e ve bu organizasyonda emeği geçen herkese yürekten teşekkür etmek istiyorum.
Okurlarımıza son bir mesajınız var mı?
Biz farklı kültürlerin bir arada yaşadığı bir toplumuz. Kültür mozaiği tanımını en fazla hak eden topraklarda yaşıyoruz. Ama maalesef bunu yeterince koruyamadık ve koruyamıyoruz. Hiçbir şey için geç değil. Farklı kültürlerin, renklerin nasıl bir zenginlik olduğunu, bizi nasıl geliştirip güzelleştirebileceğini düşünelim. Ve lütfen unutmayalım; duyguların dini, dili, milliyeti, cinsiyeti yoktur. Mübadelede göç etmiş insanlar, ister burada ister orada… Aynı acıyı çektiler, aynı özlemi hissederek yaşamlarını noktaladılar. Özlemenin, sevmenin milliyeti olur mu hiç? Dilerim ki kültür zenginliğimizin farkında olarak, ötekileştirmeyi, etiketlemeyi, yargılamayı bir kenara bırakarak barıştan yana oluruz her zaman.