“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.” (s. 13)

***

Hepimizin bazı kitaplar için yaptığı ‘nasıl olsa bir gün okurum listesi’ vardır.

‘İhsan Oktay Anar’ın başka kitaplarını okumama rağmen, birçok dile çevrilen, 1995 yılında yazdığı ilk romanı ve başyapıtı olan ‘Puslu Kıtalar Atlası’ da listemde yıllarca beklemişti.

Nasip bu günlereymiş. Çizgi romanı da yapılmış, çok satan bu değerli çalışmayı okuyunca, bunca zaman beklettiğim için hicap duydum doğrusu.

Bitince de pazarcı edasıyla ‘bu roman, acayip bir roman’ demekten kendimi alamadım.

***

Tarihsel bir roman okuyacağım diye başladığım eserin, tarihten beslenerek insanı düşünsel bir labirente sokan, üst kurmaca yapısıyla geçmişe açılan, masallar diyarına uçuran bir kitap olduğunu anlamam uzun sürmedi.

Okurken, eserdeki kişilerle birlikte limanda, sokakta, meydanda, eğreti mekânlarda gezdiğimi; bir şamata dünyasında, külhanda yaşanan bir cümbüşün içindeydim sanki.

Galata nargilecisinden gelen kömür, Balat meyhanesinden gelen alkol kokularının eşliğinde, eski İstanbul’un büyüsüyle Karaköy’ün dar ve yokuşlu sokaklarının arasında kaybolduğum hissine kapıldım.

Osmanlı’nın savaşlardan, fetihlerden/fatihlerden, haritalardan ibaret olmadığını; yeniçerisi, hocası, serserisi, dilencisi, lağımcısı, yosması, kumarcısı, ayyaşı, seyyarlarıyla üzerinde yaşayan her meslekten, her milletten, her dinden koskoca bir halkı barındırdığını anladım.

Anar’ın masalsı dünyasını tanıdıkça, kitabın önsözünde yazılan;

‘O mutlu okurlardan’ biri oluyordum sanki.

***

Kitabın konusunu anlatmak zor.

Anlatılan olayları içeren bir olay dizisi yapmaya kalkışsak kitabın hacmine yakın bir metin ortaya çıkar herhalde.

İçinde bir noktada ana kurguyla birleşen, birbirine girmiş birçok hikâye anlatılıyor.

Rüyalar, hayaller, zihinsel geziler, kehanetler, meczuplar, kıyamet beklentileri, metruk mekânlar; biraz felsefe, (izafiyet teorisiyle bezenmiş) biraz bilim;

İnsanı düşünmeye iten, felsefik sorgulamaya sürükleyen, sonunda tadını damakta bırakan ‘düşsel’ bir roman.

Felsefe, din, bilim, tıp, askerlik gibi birçok alana girip çıkan hikâyesi, sıradan karakterleri, değişik üslubu, gözümüzde resimleşen betimlemeleri, her şeyiyle ‘kendine özgü’;

Klasikleşmeye aday ‘özgün’ bir roman.

***

Romanda, Descartes’in ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ önermesini farklılaştırarak;

Tüm olay, mekân, kişi ve nesneler için ‘düşünüyorum, onun için varsınız’a dönüştüren Uzun İhsan’ın, gerçek ile kurmaca dünyasının sınırları arasında dolanan düşlerinde geziniyoruz.

Düşler ile gerçekler arasındaki sınır da belirgin değil. Kitabın sonunda ise görülen, görülmeyen bütün düşlerin, sürekli uyuyan birinin uyanınca karşılaştığı karanlıktan ibaret olduğunu anlıyoruz.

‘Her şeyin düş olması, düş görenin de düş olma olasılığı’ gibi karmaşık felsefi anlayışıyla kafaları karıştırsa da, akıcı dili nedeniyle kolayca okunabiliyor.

***

Anlatım ve kurguya bakınca Türkçe’de benzerine pek rastlanmamış bir metinle karşı karşıyayız. Yazar temelinde Osmanlıca ve Latince’den beslenen tarihsel bir dil kullanmış. Bu masalsı, muzip dil yazarın bütün eserlerinde kullana geldiği kendine has bir özellik olmuş.

Yazar, metinle ve okurla oynamayı seven kanlı canlı muzır biri olacak ki, karşısında okuyucu değil de her hamlesini analiz edecek bir satranç oyuncusu varmış gibi, sık sık tekrarladığı blöflerinin okuyucu tarafından görülmesini istiyor.

Bir yazım tekniği olarak başvurulan, normal bütünlük umursanmadan ufak ayrıntılara çokça girilmesi, okurken uyanık olmayı gerektiriyor.

Eğer iyi okuyucu olduğunuzu düşünüyorsanız ve bu kitabı okumadıysanız, bir daha düşünün.

***

‘Düşündüğüm için ben var değilim, sizler varsınız. Sizler benim zihnimdeki düşüncelerden ibaretsiniz.’ (s. 190)